Ocak 10, 2023
şuradan Anarşist Kütüphane
19 görüntüleme

Çevirenin Tanıtımı

Her kıtada yalnızca özgür birer Adem ve Havva kalsa bile, bu şimdikinden daha iyi olurdu.

—Thomas Jefferson

Kaczynski’nin deyimiyle bu kitap, yazarın “daha önceki çalışmalarının (manifesto olarak da bilinen Sanayi Toplumu ve Geleceği ile Technological Slavery) çok ötesine gitmektedir.” Ve “son otuz beş yıldaki yoğun bir düşünce ve amaçlı okumanın son sonuçlarını temsil etmektedir.”

Kitap başlığından da anlaşılacağı üzere iki ana bölümden oluşmaktadır. Neden teknolojik sistemden kurtulmalıyız ve bu nasıl başarılabilir?

Bu iki ana bölüm de kendi içerisinde iki alt-bölüme ayrılmaktadır.

İlk ana bölümün birince alt-bölümünde tartışlan konular, insanların neden toplumlarını bilinçli bir plana tabi tutamayacağı, belirli bir toplumsal hedef ya da ulaşılmak istenen belirli bir toplumsal yapı ile ilgili kağıt üzerinde yapılan bir planın neden gerçek hayatta uygulanamayacağı ve toplumların yapısının temel olarak insan isteklerinden bağımsız bir şekilde belirleniyor olduğudur. Bu bölümdeki tartışmalar teknolojik toplumun neden doğa ile uyumlu yeşil bir ütopyaya dönüştürülemeyeceği konusunda açıklayıcıdır.

İlk ana bölümün ikinci-alt bölümünde ise teknolojik sistemin neden kaçınılmaz olarak Dünya üzerindeki tüm vahşi doğayı yok edeceği tartışılmaktadır. Sistem yıkılmadan faaliyetlerine devam ettiği taktirde, Dünya üzerindeki tüm karmaşık yaşam formlarının ortadan kalktığı ve hatta Dünyanın, bünyesinde canlılığı mümkün kılan niteliklerinin yok edildiği bir duruma ulaşılacaktır.

Kitabın ikinci ana bölümünde ise teknolojik sistemden kurtulmak için izlenmesi gereken stratejinin genel bir çerçevesi çizilmektedir. Kaczynski teknolojik sistemden kurtulmak için, Dünya çapında, Bolşevik ve Fransız devrimlerine benzer bir devrim önermektedir. Fakat onun önerdiği devrimin, solcu devrim tahayyüllerinin aksine yeni ve ütopik bir dünya kurma hedefi yoktur. Birinci bölümde anlatılanlar zaten böyle bir tahayyülün imkansızlığını kanıtlamaktadır. Kazcysnki’nin önerdiği devrimin tek görevi, Dünya üzerindeki tüm yaşamı ve dolayısı ile vahşi doğayı da yok edecek teknoloji makinesinin durdurulmasıdır.

Ön Söz

I. Günümüzde, modern toplumun o ya da bu şekilde felakete doğru gittiğini gören ve üstelik üzerimizde salınan tehlikeleri birbirine bağlayan ortak ipin teknoloji olduğunu fark eden birçok insan bulunmaktadır. Bu insanların neredeyse tamamı aşağıdaki iki kategoriden birisinde yer almaktadır:

İlki, teknolojinin toplumumuza ve gezegenimize yaptıkları karşısında dehşete düşen, ancak bu hususta bir şeyler yapmak konusunda kendilerini güçsüz hissettikleri için teknolojik sisteme karşı herhangi bir eylemde bulunma motivasyonuna sahip olmayan kişilerdir. Bu kişiler anti-teknolojik bir kitap okurlar -mesela Jacques Ellul’ün Teknolojik Toplum’u- ve teknoloji hakkında kendi endişelerini belagâtli bir şekilde dile getiren bir kişi buldukları için kendilerini iyi hissederler. Ancak kitabın bu rahatlatıcı etkisi bir zaman sonra geçer, teknolojik dünya hakkında duydukları hoşnutsuzluk onları tekrar rahatsız etmeye başlar ve rahatlamak için başka bir anti-teknolojik kitaba başvururlar: Ivan Illich, Kirkpatrick Sale, Daniel Quinn, benim Sanayi Toplumu ve Geleceği çalışmam ya da bir başkası. Bu böylece devam edip gider. Başka bir deyişle, bu kişiler için anti-teknolojik literatür yalnızca bir terapiden ibarettir: Teknoloji karşısında duydukları rahatsızlığı dindirir, ancak eyleme geçmeleri konusunda bir etkisi olmaz.

İkinci kategoride ise modern teknoloji karşısında dehşete düşen ve teknolojik sisteme karşı bir şeyler yapmak isteyen, fakat bunun nasıl yapılabileceği ile ilgili pratik bir fikre sahip olmayan kişiler yer almaktadır. Sadece taktik seviyede bakıldığında, bu insanlar mükemmel bir pratik zekaya sahip olabilirler; örneğin, çevreye zarar veren özel bir probleme karşı bir gösterinin organizasyonu gibi konularda çok yetenekli olabilirler. Fakat mesele büyük stratejiye geldiğinde, bu konuda ne yapacaklarını bilemezler. Belki de çoğu, bir çevre sorununa karşı ya da teknoloji ile alakalı başka bir kötülüğe karşı kazanılan herhangi bir zaferin, teknolojik sistem varlığını devam ettirdiği müddetçe en iyi ihtimalle geçici bir zafer olacağının farkındadır. Ancak, yaptıkları şeylerin genel teknoloji probleminin çözümüne bir şekilde katkı sunabileceğini umarken, belirli kötülüklere karşı mücadele etmeye devam etmekten daha iyi bir şey akıllarına gelmez. Gerçekte, yaptıkları işler bir şeye yaramaz; hatta zararlıdır. Çünkü, dikkatleri tüm sorunların kaynağı olan esas mesele üzerinden dağıtırlar ve insanların ilgisinin, teknolojik sistem varlığını sürdürdüğü müddetçe hiçbir zaman kesin bir şekilde çözülemeyecek olan sınırlı bir takım problemler üzerinde yoğunlaşmasına sebep olurlar. Bu kitabın amacı, insanlara, toplumumuzu gitmekte olduğu yıkım sürecinden çıkarmak için yapılması gerekenler hakkında pratik ve büyük stratejik bir bakış ile düşünmeye nasıl başlayabileceklerini göstermektir.

Geçmiş tecrübelerime dayanarak güvenli bir şekilde söyleyebilirim ki, bu kitabı ortalama bir hızla, sadece bir ya da iki kez okuyan hemen hemen herkes -hatta olağanüstü bir zekaya sahip olanlar bile- içerdiği önemli noktaların çoğunu kaçıracaktır. Dolayısı ile bu kitap, okunacak bir kitap değildir; tıpkı mühendislik konuları çalışılırken kullanılan bir ders kitabı gibi titizlikle çalışılacak bir kitaptır. Tabii ki, bu kitap ve bir mühendislik kitabı arasında bazı farklar bulunmaktadır. Bir mühendislik kitabı, mekanik olarak uygulandığında istikrarlı bir şekilde beklenen sonuçları verecek net kurallar sunar. Fakat bu şekilde net ve güvenilir kurallar sosyal bilimlerde mümkün değildir. Dolayısı ile bu kitaptaki fikirler, mekanik ve katı bir şekilde değil, düşünceli ve yaratıcı bir şekilde uygulanmalıdır. Fikirlerin zeki bir şekilde uygulanışına, tarih konusunda sahip olunan geniş bir bilgi ve toplumların gelişimi ve değişimi hakkındaki anlayış büyük katkı sunacaktır.

II. Bu kitap, daha sonra yayınlamayı umduğum daha uzun bir çalışmanın, önemli bir bölümü olmakla beraber, yalnızca bir bölümünü temsil etmektedir. Çalışmanın en önemli bölümünü bir an önce baskıya vermek istedim, çünkü teknolojinin büyümesi ve çevremizin yok edilmesi sürekli artan bir hızda gerçekleşmektedir ve eylem için organize olma zamanı—olabildiğince çabuktur. Üstelik 72 yaşındayım ve herhangi bir sağlık sorunu nedeniyle çalışamaz hale gelebilirim. Bu sebeple, en önemli malzemeyi henüz çalışabiliyorken baskıya vermek istedim.

Çalışmanın tamamı -burada yayımlanan ve henüz taslak halinde bulunan bölümler ile birlikte- daha önceki çalışmalarımın (Sanayi Toplumu ve Geleceği ve Teknolojik Kölelik) çok ötesine gitmektedir ve bir ömürlük düşünce ve okumanın aşağı yukarı son sonuçlarını temsil etmektedir—bunun son otuz beş senesini yoğun bir düşünce ve belirli bir amaca yönelik okuma oluşturmaktadır. Çalışmanın temelleri, bütün bu yıllar boyunca yaptığım okumalara ve özellikle 1998 yılından beri federal bir hapishanedeyken gerçekleştirdiğim okumalara dayanmaktadır. 2011 yılına geldiğimizde, bağlanması gereken önemli ucu açık noktalar ve doldurulması gereken boşluklar bulunuyordu; bu ucu açık noktaları bağlamayı ve boşlukları doldurmayı, istediğim bilgileri bulup çıkartan ve sorduğum soruların -bazen oldukça zor sorular- neredeyse tamamını cevaplayan hapishane dışındaki birkaç insanın yüce gönüllü yardımları sayesinde başardım.

Öncelikle Susan Gale’e teşekkür borçluyum. Susan bu projede anahtar rolü oynadı ve vazgeçilmezdi. O, herkesten daha fazla problem çözen ve sonuç üreten yıldız araştırmacımdı; diğer araştırmacıların çalışmalarını mükemmel bir şekilde koordine etti ve temize geçmenin çoğunu halletti.

Bu projede Susan’dan sonra gelen en önemli kişi Dr. Julie Ault’tur. Julie, çeşitli bölümlerin taslaklarını okudu ve konuları açıklama şeklimdeki birçok zayıf nokta üzerine dikkatimi çekti. Bunları, hepsini istediğim gibi (ya da muhtemeldir ki onun arzu ettiği gibi) düzeltmiş olamasam da, gidermeye çalıştım. Bununla birlikte Julie, el yazmalarının hazırlanması hakkında çok değerli tavsiyelerde bulundu. Fakat hepsinden önemlisi, Julie Ault gibi entelektüel bir devin yanımda olmasının vermiş olduğu cesaretti.

Susan haricinde başka bazı kişiler de, istikrarlı bir çalışma ile, araştırma konusunda önemli katkılarda bulundular: Brandon Manwell, Deborah__, G. G. Gomez, Valerie vE__ve ismi burada anılmayacak başka bir kişi daha. Patrick S__ve isminin burada geçmesini tercih etmeyen bir kişi daha, çeşitli yardımlarının yanında kritik önemde finansal destekte bulundular.

Yukarıda adı geçenler projeye büyük katkılar yapmış kişilerdir, ancak katkıları daha küçük olan dokuz kişiye daha teşekkür borçluyum: Blake Janssen, Jon H__ve Philip R__, her biri, benim için bazı bilgileri bulup çıkardılar; Lydia Eccles, Dr. David Skrbina, Isumatag (mahlas) ve Último Reducto (mahlas) kimi noktalara dikkatimi çektiler ya da yararlı bulduğum bazı makalelerin kopyalarını gönderdiler; Lydia, başka bazı yardımlarda daha bulundu ve Dr. Skrbina’nın bir asistanı Üçüncü Bölüm’ün ve Ek Üç’ün ilk taslaklarını temize çekti. Hukuki cephede, ücret almadan yardımlarını sunan iki avukata teşekkür borçluyum. Nancy J. Flint’e telif hakkının alınması ve Edward T. Ramey’e ise bu kitabın hazırlanışı üzerindeki bürokratik engelin kaldırılması konusunda.

Hepsine teşekkürler!

III. Almış olduğum yüce gönüllü yardımlara rağmen, birçok noktada güvenilirliği şüpheli kaynaklara başvurmak zorunda kaldım: Medya raporları (tümü çoğunlukla sorumsuz bir şekilde hazırlanır!) ya da kısa olmak zorunda oldukları için işledikleri konulardan ancak özet bir şekilde bahseden ansiklopedi makaleleri gibi. Yukarıda zikredilen kişilerden hiçbiri, bu kitapta bu sebeple oluşabilecek hatalardan sorumlu değildir. Yalnızca 2011 yılından beri zamanlarının ve çabalarının hatırı sayılır bir kısmını bu işe adayarak benim için araştırma yapabilecek insanlarla çalışıyorum ve aynı zamanda bu kişilerin hepsi, ekmeklerini kazanmak gibi, hayatlarının diğer gerekli veçheleri ile de ilgilenmek zorundalar. Şüpheli kaynaklara dayandığım her bilgi için onlardan sağlam kaynaklar bulmalarını isteseydim, bu kitabın yayınlanması yıllar mertebesinde gecikirdi. Kimi noktalarda başvurmak zorunda kaldığım şüpheli kaynakların bu kitapta öne sürülen argümanları ya da ulaşılan sonuçları köklü bir şekilde zayıflatacaklarını düşünmüyorum. Başvurduğum kimi bilgi parçacıkları yanlış ya da yanıltıcı çıksa dahi, bunlar kitabın temel iskeletini sarsmayacaktır.

IV. Alıntılama üzerine not. Dipnotlarda bilgi kaynaklarını genellikle yazarın soyadını ve sayfa numarasını vererek belirttim. Okuyucu yazarın adının tam halini, alıntılanan kitabın ya da makalenin başlığını, yayınlanma yılını ya da diğer gerekli bilgileri kitabın sonunda yer alan Alıntılanan Eserler Listesi’nde yazarın ismine bakarak bulabilir. Eğer bir kaynak yazarın adı olmadan geçiyorsa bu durumda okuyucu, kaynak ile ilgili ekstra bilgilere ulaşmak için Alıntılanan Eserler Listesi’nin sonunda yer alan yazar ismi geçmeyen çalışmalar listesine başvurabilir.

Notlarda iki kısaltma sık olarak kullanılmıştır:

“STVG,” bana ait olan ve İngilizce’de sadece bir doğru versiyonu Technological Slavery (Feral House, 2010) kitabımın 36-120. sayfalarında yayınlanan Sanayi Toplumu ve Geleceği’ni ifade etmektedir.

“NEB”, The New Encylopaedia Britannica, Fifteenth Edition’u ifade etmektedir. Fifteenth Edition bir kaç kez değiştirilmiştir, dolayısı ile “NEB” sonrasında parantez içerisinde belirtilen tarih, alıntılanan “NEB”in hangi versiyon olduğunu ifade etmektedir. Örneğin “NEB (2003)”, The New Encyclopaedia Britannica” nın 2003 telifli versiyonunu ifade etmektedir.

Ted Kaczynski

Mayıs 2014

Birinci Bölüm: Toplumların Gelişimi Bilinçli Bir Kontrole Tabi Tutulamaz

Adonde un bien se concierta

Hay un mal que lo desvia;

Mas el bien viene y no acierta, Y el mal acierta y porfia.

—Diego Hurtado de Mendoza

(1503-1575)

Bugün ve geçmiş üzerinde ne kadar çok düşünürsem, insanların her alandaki planları ile alay etmelerinden o kadar çok etkileniyorum.

—Tacitus

I. Çok sayıda ampirik kanıtın bulunduğu özel durumlarda, bir toplumun davranışı ile ilgili güvenilir, kısa vadeli tahminlerde bulunmak ya da bu davranışları kısa vadede kontrol etmek mümkün olabilir. Örneğin, ekonomistler faiz oranlarının yükselmesinin ya da düşmesinin modern endüstriyel toplum üzerindeki anlık sonuçlarını tahmin edebilirler. Böylece, faiz oranlarını yükseltip alçaltarak, enflasyon seviyesi ve işsizlik oranları gibi değişkenleri maniple edebilirler. Dolaylı sonuçları tahmin etmek daha zordur ve çok daha ayrıntılı finansal manipülasyonların sonuçlarının ne olacağı ise kaba varsayımlardan ibarettir. ABD hükumetinin ekonomi politikalarının birçok polemiğin konusu olması bu yüzdendir: Bu politikaların sonuçlarının tam olarak neler olabileceğinin bilgisine kimse sahip değildir.

Elde çok sayıda ampirik kanıtın bulunmadığı ya da uzun vadeli etkilerin söz konusu olduğu durumlarda başarılı tahminlerde bulunmak -ve dolayısı ile toplumun gelişmesini başarılı bir şekilde yönlendirmek- çok daha zordur. Aslında bu gibi durumlarda başarısızlık bir normdur.

• M.Ö. ikinci yüzyılın ilk yarısında, Roma toplumunun o dönemde başlamakta olan çürümesini engellemek amacıyla aşırı tüketimi sınırlandıracak bazı yasalar devreye sokuldu. Bu tip kanunlarda genel olarak görüldüğü gibi, bu yasalar beklenen etkiyi yaratmakta başarısız oldular ve Roma toplumunun çürümesi devam etti. M.Ö. birinci yüzyılın başlarında Roma, politik olarak istikrarsız bir duruma gelmişti. Lucius Cornelius Sulla, komutasındaki askerlerin yardımı ile şehrin yönetimini ele geçirdi; muhalefeti fiziksel olarak yok etti ve istikrarlı bir yönetimi yeniden tesis etmek amacı ile kapsamlı bir reform faaliyeti yürüttü. Fakat Sulla’nın müdahalesi durumu daha da kötü hale getirdi; çünkü “hukuk devletinin savunucularını” öldürmüştü ve senatoyu, “aristokrasinin en iyi üyelerine ilham veren görev bilinci ve kamu hizmeti kavramının tam tersi geleneklere sahip vicdansız kişiler” ile doldurmuştu. Sonuç olarak, Roma’nın politik sistemi çürümeye devam etti ve M.S. birinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde Roma’nın geleneksel cumhuriyet hükumeti esas olarak çökmüş durumdaydı.

• M.S. 9. yüzyılda İtalya’da bazı krallar, aristokrasinin köylüler üzerindeki baskı ve sömürüsünü kısıtlayacak yasalar yürürlüğe koydular. “Ancak bu yasalar bir işe yaramadı ve aristokrasinin toprak üzerindeki hakimiyeti ve politik egemenliği artmaya devam etti.”

• Simón Bolívar, İspanya’nın Amerikan kolonilerinin bağımsızlıklarını kazandıkları devrimsel süreçlerin en önemli lideri idi. İstikrarlı ve “aydınlanmış” bir devlet yapısının İspanyol Amerikasında hakim olmasını istedi ve bunun için çaba harcadı; fakat bu süreçte o kadar başarısız oldu ki, 1830 yılındaki ölümünden kısa bir süre önce, hayal kırıklığı içinde şunları yazdı: “Bir devrime hizmet edenler, denizi sürenler gibidir.” Bolívar daha sonra şu tahminde bulundu: “İspanyol Amerikası, kaçınılmaz bir şekilde, dizginlerinden kurtulmuş bir kalabalığın eline düşecektir. Sonrasında yönetimi, tüm ırklardan ve renklerden adi tiranlar ele geçirecektir. Her türlü suç ve acımasızlık tarafından tüketilmiş bir hale geleceğiz ve Avrupalılar bizi fethetmeye tenezzül dahi etmeyecekler…” Bolivar’ın bu tahmininin, bunları yazarken içinde bulunduğu duygu yoğunluğuna atfedilebilecek abartılar dışında, ölümünden bir buçuk asır sonra (kabaca) doğru çıktığı söylenebilir. Fakat Bolivar’ın böyle bir tahmine yalnızca çok geç bir tarihte ulaştığına dikkat edin ve üstelik yapmış olduğu bu tahmin herhangi bir özel durumdan bahsetmeyen genel bir tahmindir.

• Birleşik Devletler’de 19. yüzyılda bazı hayırseverler ve konut reformcuları tarafından desteklenen işçi-evleri projeleri bulunmaktaydı. Hedefleri, işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik çabaların, yıllık %5 kar oranları ile uyumlu bir şekilde gerçekleştirilebileceğini göstermekti.

Reformcular, model konutların, ev sahiplerinin uymak zorunda kalacakları standartları rekabet koşullarının bir gereği olarak oluşturacaklarına inanıyorlardı. Konut problemini çözmek için geliştirilen bu çözüm maalesef işe yaramadı. Şehirde yaşayan işçi kitleleri sadece kar amacı ile işletilen konutlara tıkıştırıldılar.

İnsanların, toplumların gelişimini yönlendirme kabiliyetlerinde yüzyıllar boyunca herhangi bir gelişme kaydedemedikleri gözlenmektedir. Bu doğrultudaki görece yeni (1950 sonrası) girişimler, önceki zamanlarda denenenlere nazaran ilk bakışta daha karmaşık ve sofistike gözükebilir; fakat daha başarılı oldukları söylenemez.

• Birleşik Devletler’de 60lı yılların ortasında Başkan Lyndon Johnson öncülüğünde uygulanan sosyal reform programları, suç, uyuşturucu kullanımı, fakirlik ve gecekondulaşma gibi toplumsal problemlerin sebeplerinin ne olduğuna ve bu problemlerin nasıl çözülebileceğine dair inanışların, çok düşük bir gerçeklik payına sahip olduklarını gösterdi. Örneğin, hayal kırıklığına uğramış bir reformcu şunları söylüyor:

Bir zamanlar, problemli aileleri o kötü kenar mahallelerden bir kez çıkardığımızda peder beyin uyuşturucuyu bırakacağını, annenin ortalıkta sürtmeye son vereceğini ve çocuğun elindeki bıçağı atacağını düşünürdük. Ve onları modern mutfak ve eğlence merkezleri ile donatılmış güzel apartmanlara yerleştirdik. Ancak gelin görün ki, her zaman oldukları baş belaları olmaya devam ettiler.

Bunlar, her türlü reform programının bütünüyle başarısız olduğu anlamına gelmez; fakat genel başarı seviyesinin muazzam düşüklüğü, reformcuların, çözmek istedikleri toplumsal problemleri ortadan kaldırmak için ne yapılması gerektiğini bilemeyecek kadar toplumsal dinamiklerden bihaber olduklarını göstermektedir. Az buçuk bir başarı elde ettikleri durumlarda ise bu, muhtemelen, şansları yaver gittiği için böyle olmuştur.

Yukarıdakilere benzer daha başka birçok örnek verilebilir. Aynı zamanda, toplumsal gelişimin kontrol edilmesi ile ilgili girişimlerde en yakın hedeflere ulaşılan örnekler de verilebilir. Fakat bu durumlarda toplumun bütününde ortaya çıkan uzun vadeli etkiler, reformcuların ve devrimcilerin bekledikleri ve arzu ettikleri gibi olmamıştır.

• Atinalı devlet adamı Solon’un yasaları (M.Ö. 6. yüzyıl) Attika’da hektomarjı (kabaca sertlik olarak adlandırılabilir) ortadan kaldırırken, aristokrasinin zenginliğini ve ayrıcalıklarını büyük oranda korumayı hedeflemişti. Bu açıdan değerlendirildiğinde yasal değişikliklerin başarılı olduğu söylenebilir. Fakat aynı zamanda Solon’un kesinlikle onaylamayacağı, öngörülmemiş bazı sonuçlara da sebep olmuşlardır. “Serflerin” özgürlüğüne kavuşması emek kıtlığına yol açmış ve bu durum da Atinalıları, Attika dışından köle satın almaya ya da yakalamaya sevk etmiştir ve böylece Atina, bir köle toplumuna dönüşmüştür. Solon’un yasal reformlarının bir diğer dolaylı sonucu, Atina’yı M.Ö. 6. yüzyılın önemli bir bölümünde yöneten Pesistratid “tiranlık” (popülist diktatörlük) olmuştur.

• Avrupa tarihinin en parlak devlet adamlarından birisi olan Otto von Bismarck, etkileyici bir başarılar listesine sahiptir. Başka bazı başarıları ile birlikte;

  • 1867-1871 yılları arasında Alman birliğini sağladı.

  • 1870-71 Fransa-Prusya savaşını çıkardı, fakat sonrasında barış için sarf ettiği çabalar ile Avrupa’lı liderlerin saygısını kazandı.

  • Almanya’nın sanayileşmesini başarılı bir şekilde destekledi.

  • Buna benzer yöntemler ile monarşi adına orta-sınıfların desteğini elde etti.

  • Böylece Bismarck en önemli hedefine ulaştı: Almanya’nın demokratikleşmesini (geçici olarak) önledi.

  • Bismarck’ın Almanya için kurduğu politik yapı -1890 yılında istifa etmek zorunda kalmasına rağmen- 1918 yılında Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi ile yıkılana kadar ayakta kalmıştır.

Olağanüstü başarılarına rağmen Bismarck, başarısız olduğunu düşünüyordu ve 1898 yılında mutsuz bir yaşlı adam olarak öldü. Almanya’nın onun istediği yoldan gitmediği açıktı. Almanya’nın demokratikleşme yörüngesine doğru sürüklenmesi muhtemelen onu en çok kızdıran şeydi. Ancak geleceği görebilseydi hayal kırıklığının derinliği daha da artardı. Bismarck’ın Almanya’yı 1890 yılına kadar yönetmediği bir durumda Almanya’nın tarihinin o yıldan itibaren nasıl bir seyir izleyeceğini tartışmak ancak bir spekülasyon olabilir. Fakat Bismarck’ın, Almanya’yı kendi arzu ettiği hedefe ulaşacak rotaya koyamadığı kesindir. Çünkü Bismarck, korkunç 1914-18 savaşından, Almanya’nın bu savaştaki felaket yenilgisinden ve Adolf Hitler’in bunları takip eden yükselişinden dehşete düşerdi.

• Birleşik Devletler’de reformcuların arzusu, “Prohibition” uygulamasının (alkollü içkilerin üretiminin, satışının ya da taşınmasının yasaklanması) anayasada yapılan bir ek ile yürürlüğe girmesini sağladı. Prohibition, anlık hedeflerinin gerçekleşmesinde kısmen başarılı idi; çünkü “aşağı” sınıfların alkol tüketimi ve alkol bağlantılı hastalıklar ile ölümlerin oranı azalmıştı; üstelik “kumarhaneler de ortadan kalkmıştı.” Ancak bunlarla birlikte, Prohibition, suç çetelerine, alkollü içkilerin yasa dışı yollardan üretimi ya da ülkeye sokulması yolları ile muazzam kâr olanakları sunmuştu; böylece Prohibition, organize suçun gelişmesine büyük katkı yapmış oluyordu. Bunlara ek olarak, başka açılardan saygı değer insanların yasa dışı içkilere ulaşmak amacı ile yozlaşmasına sebep oluyordu. Yasağın ciddi bir yanlış olduğu anlaşıldı ve 1933 yılında başka bir anayasal ek ile yürürlükten kaldırıldı.

• 20. yüzyılın ikinci yarısında uygulanan sözde “Yeşil Devrim” -tarımda yeni tekniklerin ve yeni geliştirilmiş, yüksek verimliliğe sahip tahıl çeşitlerinin kullanılması- daha bol hasatlara imkan tanıyarak, Üçüncü Dünya ülkelerindeki açlığı ortadan kaldıracaktı. Ki gerçekten hasatlardan daha bol ürün alınmasını sağladı. Fakat: “Yeşil Devrim, toplam ulusal tahıl üretimi rakamlarına bakıldığında bir başarı gibi gözükse de, topluluklar ve bireysel insanlar perspektifinden bakıldığında sebep olduğu problemler başarılarının çok ötesindedir.” Dünyanın çeşitli bölgelerinde Yeşil Devrim’in yol açtıkları bir felaketin sebep olacağı sonuçların hiç gerisinde değildir. Örneğin Pencap’ta (bir bölümü Hindistan, diğer bir bölümü ise Pakistan’da yer alan bir bölge) Yeşil Devrim; “binlerce hektar verimli toprağı” mahvetti, su rezervlerinin kritik bir düşüşüne, su kaynaklarının tarım ilaçları ve kimyasal gübreler ile kirlenmesine, bir çok kanser vakasına (yüksek ihtimalle kirlenmiş sudan kaynaklanmaktadır) ve intiharlara sebep oldu. “‘Yeşil devrim bize sadece çöküş getirdi.’ diyor Jarmail Sigh… ‘Toprağımızı, çevremizi ve su kaynaklarımızı mahvetti. Eskiden köylerimizde insanların gelip eğlenebileceği festivallerimiz olurdu. Şimdi hastanelerde toplanıyoruz.’”

Dünyanın başka bölgelerinden de, Yeşil Devrim’in sebep olduğu değişen yoğunluktaki olumsuz sonuçları ortaya koyan raporlar gelmektedir. Bu sonuçlar; ekonomik, davranışsal ve tıbbi etkilerin yanında çevreye olan tahribatı da kapsamaktadır. (Çölleşme gibi.)

• 1953 yılında ABD başkanı Eisenhower “Barış İçin Atom” programını başlattı; bu program kapsamında uluslar, nükleer bilgileri ve malzemeleri, uluslararası bir kuruluşun kontrolünde ortak bir havuzda toplayacaklardı. 1957 yılında, atom enerjisinin barışçıl kullanımını desteklemek için Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu kuruldu. 1968 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, imzacıların, nükleer silah geliştirmemeyi taahhüt etmeleri halinde yalnızca barışçıl amaçlar için kullanılacak nükleer teknolojiyi hazır olarak alacakları “silahsızlanma” antlaşmasını onayladı. Bu programa ön ayak olan insanların şu gerçeği fark edecek kadar tarih bilgisine sahip olması gerekirdi: Uluslar imzaladıkları antlaşmalara, kendi çıkarlarına (genellikle kısa vadeli çıkarlar) hizmet ettiklerini düşündükleri sürece (ki bu süre de genellikle pek uzun değildir) sadık kalırlar. Fakat anlaşılan o ki şöyle bir varsayımda bulunmuşlardır: Nükleer teknolojiyi alan uluslar bundan çok minnettar kalacaklar, bu teknolojinin barışçıl kullanımına yönelik işbirliğinden çok mutlu olacaklar ve böylece güce yönelik hırslarını ve tarih boyunca gittikçe daha yıkıcı silahların geliştirilmesine sebep olmuş amansız rekabetleri, sonsuza dek, bir kenara bırakacaklar.

Bu fikir, Robert Oppenheimer ve Niels Bohr gibi, ilk atom bombasının oluşturulmasına katkı yapmış bilim adamlarından çıkmışa benziyor. Fizikçilerin böylesine safça bir fikir ile gelmeleri gayet olağan bir durum; çünkü doğa bilimleri uzmanları, hemen hemen her zaman, insan meseleleri konusunda büyük bir cahillik içerisindedirler. Asıl şaşırtıcı olan, tecrübeli politikacıların böyle bir fikrin peşinden gitmiş olmalarıdır. Fakat unutulmamalıdır ki, politikacılar birçok şeyi gerçekten inandıkları için değil propaganda amacı ile yaparlar.

“Barış İçin Atom” fikri -bir süreliğine- işe yaradı. Yüz kırka yakın ülke silahsızlanma antlaşmasını 1968 yılında imzaladı (bunu diğer ülkeler takip etti) ve nükleer teknoloji dünyada yaygınlık kazandı. İran, 1970’lerin başında ABD’den nükleer teknoloji alan ülkelerden bir tanesi idi. Bu teknolojiyi alan ülkeler, bunu nükleer silah geliştirmek için kullanmadılar. En azından hemen kullanmadılar. Tabi ki sonrasında neler olduğunu biliyoruz. “Realist politikacılar ve diplomatlar [Henry Kissenger gibi] nükleer silahların yayılmasının bir ‘sıçrama noktasına’ doğru hızla yaklaştığını ve bu noktanın ötesinde bu yayılmayı durdurmanın imkansız olacağını söylemektedirler.” “Amerikan soğuk savaş güvenlik müesses nizamının nükleer caydırıcılığa inanan bu yüksek kredili eski kurtları” şimdilerde bu tür silahların “tolere edilmesi imkansız bir risk unsuru” haline geldiğini iddia etmektedirler. Ve bunun haricinde, nükleer enerjinin barışçıl kullanımından kaynaklanan radyoaktif atığın nasıl yok edileceği ile ilgili rahatsız edici problem hâlâ çözülebilmiş değildir.

“Barış İçin Atom” fiyaskosu gösteriyor ki, insanların, toplumların gelişimini yönlendirme kabiliyetlerinde herhangi bir ilerleme olmamıştır; tam aksine, gerçekte bu alanda bir gerilime yaşanmıştır. Ne Solon ne de Bismarck “Barış İçin Atom” gibi aptalca bir şeyi desteklerdi.

II. İnsanların, toplumların gelişme süreçlerini yönlendirme kabiliyetlerinde ilerleme kaydedememelerinin güçlü bir takım sebepleri bulunmaktadır. Bir toplumun gelişimini kontrol edebilmek için, gerçekleştirdiğiniz herhangi bir eyleme karşı toplumun nasıl bir tepki vereceğini tahmin edebilmeniz gerekir. Ve bu tarz tahminlerin, genelde, bir hayli güvenilmez oldukları görülmüştür. İnsan toplumları karmaşık sistemlerdir -teknolojik açıdan gelişmiş topluluklar ise en karmaşıklarıdır- ve karmaşık sistemlerin davranışlarını tahmin etmek, o anki bilgimizin ya da teknolojik gelişmemizin eksikliğine bağlı olmayan güçlükler ihtiva etmektedir.

Beklenmedik sonuçlar, teknolojinin tasarımı ve kullanımı ile ilgili çok iyi bilinen bir problemdir. Beklenmedik sonuçların pek çoğunun neden ortaya çıktığı açıktır: Söz konusu olan sistemler karmaşıktır, birçok bileşen arasındaki ilişkiler ve geri bildirimler söz konusudur. Bu tarz bir sistem üzerinde gerçekleşen herhangi bir değişim, tahmin edilmesi güç bir dizi etkiye yol açar; bu durum, insan davranışlarının söz konusu olduğu durumlarda daha da geçerlidir.

Ekonomide yaşanan problemler, modern insan toplumu gibi oldukça karmaşık bir sistemin davranışının tahmininin ve kontrolünün imkansıza yakın derecede zor olacağı ile ilgili bir fikir verebilir. Modern bir ekonominin, verimliliği maksimize edecek şekilde rasyonel olarak planlanamayacağı ikna edici bir tarzda vurgulanmıştır; çünkü böyle bir planı uygulama görevi, aşırı derecede karmaşık olacaktır. Sadece ABD ekonomisindeki fiyatların rasyonel bir sistem dahilinde hesaplanması, muhafazakar bir tahminle 6×1013 (60 trilyon) adet olacağı tahmin edilen eş zamanlı denklemin manipülasyonunu gerektirecektir. Bu yalnızca fiyatları belirlemek ile ilgili ekonomik faktörleri hesaba katmaktadır ve ekonomi ile devamlı bir ilişki içerisinde bulunan psikolojik, sosyolojik, politik vb. gibi sayısız faktörü yok saymaktadır.

Toplumumuzun davranışının, milyon trilyon sayıda simültane denklem ile tahminin mümkün olabileceği ve bu hesaplamaların yapılabileceği yeterli hesap kabiliyetinin elde bulunduğu gibi son derece olasılık dışı bir varsayımda bulunsak dâhi, uygun rakamların bu denklemlere işlenmesi için gerekli olacak verilerin toplanması imkansız olacaktır. Özelikle, tahminlerin yeteri kadar uzun bir zaman aralığında geçerli olabilmesi için, toplanan verilerin imkansız seviyede yüksek bir hassasiyet standardını tutturması gerektiği düşünüldüğünde. Meteorolog Edward Lorenz, elde edilen verilerdeki en küçük sapmanın dahi karmaşık bir sistemin davranışı hakkındaki tahminleri tamamı ile geçersiz kılabileceğine geniş dikkatleri çeken ilk kişi olmuştur. Bu hadiseye, Lorenz’in 1972 yılında Amerikan Bilim Geliştirme Derneği’nde verdiği “Tahmin Edilebilirlik: Bir Kelebeğin Brezilya’da Kanat Çırpması Texas’ta Kasırgaya Mı Sebep Oluyor?” isimli bir konuşması vesilesi ile “kelebek etkisi” adı verilmiştir. Lorenz’in çalışmasının “kaos teorisinin” geliştirilmesine ilham verdiği düşünülmektedir—kelebek etkisinin “kaotik” davranışın bir örneği olması anlamında.

Kaotik davranış karmaşık sistemler ile sınırlı değildir; sürpriz bir şekilde, basit sistemler de kaotik davranabilmektedir. Encyclopaedia Britannica bu durumu saf matematik bir örnekle göstermektedir. A ve Xo takip eden eşitsizlikler ile tanımlanan iki sayı olsun: 0<A<4 ve O<Xo<1. Ve takip eden denkleme göre bir sayı dizisi türetilsin: Xn+ı = A*Xn(1-Xn). A’nın belirli değerleri için sayı dizisi kaotik bir şekilde davranmaktadır (mesela A=3,7 değeri için). Sayı dizisinde tahmin edilebilecek rakam sayısında lineer bir artış gerçekleştirebilmek için, Xo ile ilgili yapılacak tahminlerin hassasiyetinin üstel olarak artırılması gerekmektedir. Başka bir deyişle, dizenin n’inci terimini tahmin etmek için, Xo’ın değeri, k bir sabit olmak üzere, 10-kn hata payını aşmayacak bir şekilde bilinmelidir. Bu, kaotik sistemlerin genel bir karakteristiğidir: Tahmin aralığında yapılmak istenen herhangi bir küçük genişletme, veri hassasiyetinde üstel bir iyileştirmeyi gerektirmektedir.

Tüm kaotik sistemler, başlangıç noktası ile ilgili sahip olduğumuz bilginin her bir ekstra ondalık basamağının tahmin edilebilirlik ufkumuzu yalnızca küçük bir derece artırdığı bir karakteristiği paylaşırlar. Pratik olarak, tahmin edilebilirlik ufku aşılamaz bir bariyerdir. Kaos olarak nitelendirilebilecek non-lineerliğe sahip sistemlerin sayısının ne kadar fazla olduğu anlaşıldığında, tahminlerin, tahmin edilebilirlik ufku tarafından büyük oranda kısıtlanarak küçük bir aralığa hapsedildiği gerçeği kabul edilmek durumundadır. Bütünlüklü bir anlayışın, çoğu zaman için bir deneme yanılma süreci olarak kalması zorunludur; tahmin ile gerçekliğin birbirinden tamamı ile ayrıldığı durumlarda, gözlem ve deneye sıklıkla başvurulan kesin olmayan bir süreç olmak durumundadır.

Heisenberg Belirsizlik İlkesi’nin fiziksel fenomenlerin tahmin edilmesinde kullanılan verilerin hassasiyetine kesin bir sınır koyduğunun vurgulanması gerekir. Atom-altı parçacıkların söz konusu olduğu kimi olayların tahmin edilemez olduğu anlamına gelen bu prensip, diğer bilinen fizik kanunlarından matematiksel olarak çıkarılmaktadır; bu sebeple, atom-altı düzeyde başarılı tahmin, fizik kanunlarının ihlali anlamına gelmektedir. Çıplak gözle görünebilen bir sistemin davranışı hakkında bir tahminde bulunabilmek için gerekli olan veri, atom-altı düzeydeki olaylar tarafından bozulabilecek bir hassaslıkta ise güvenilir bir tahmin gerçekleştirmek mümkün değil demektir. Bu sebeple, kaotik bir fiziksel sistem söz konusu olduğunda, ötesinde tahmin ufkunun genişletilemeyeceği belirli bir nokta var demektir.

Tabii ki, insan toplumunun davranışı her açıdan kaotik değildir; yüzyıllar ya da binyıllar boyunca devam eden ampirik olarak gözlemlenebilir tarihsel eğilimler söz konusudur. Fakat, modern teknolojik toplumun, toplumu bir bütün olarak etkileme kapasitesine sahip kaotik alt-sistemlerden tamamı ile azade olması imkansızdır. Bu sebeple, modern toplumun gelişiminin de, en azından bazı açılardan, kaotik olduğu ve bu sebeple öngörülemez olduğu güvenilir bir şekilde kabul edilebilir.

Bu, her türlü tahminin kesinlikle imkansız olduğu anlamına gelmez. Britannica, hava tahminleri ile ilgili şunları yazmaktadır:

Atmosferik hareketlerin kaos durumunda olması yüksek bir olasılıktır. Bu sebeple, hava tahmini aralığının sınırsız olarak genişletilmesi hususunda, çok genel terimler haricinde, çok az bir umut vardır. Yıllık sıcaklık ve yağış çevrimleri gibi, kaosun yıkıcılığından etkilenmeyen kesin bir takım iklim olayları mevcuttur. Başka geniş ölçekli süreçler de uzun vadeli tahminlere olanak tanıyabilir; fakat bir tahminden beklenen detay miktarı arttığı ölçüde, bu tahminin geçerliliğini kaybetme hızı da artacaktır.

Buna çok benzer bir şey insan toplumunun davranışı için de söylenebilir (ki insan toplumu, hava olaylarına kıyasla dahi çok daha karmaşık bir yapıya sahiptir). Bazı bağlamlarda, yukarıda faiz oranları, enflasyon ve işsizlik arasındaki ilişkiye referansla vurguladığımız gibi, makul oranda kabul edilebilir ve spesifik kısa vadeli tahminler yapılabilir. Spesifik olmayan ve kaba, uzun vadeli tahminler de genelde mümkündür; Bolivar’ın, istikrarlı ve “aydınlanmış” bir hükumet yapısının İspanyol Amerikasında tutmayacağına dair doğru çıkan öngörüsünden yukarıda bahsetmiştik. (Burada vurgulamamız gerekir ki, bir şeyin başarısız olacağı ile ilgili tahminler, başarılı olacağı ile ilgili tahminlere kıyasla çok daha güvenilir bir şekilde yapılabilir.) Fakat güvenilir, spesifik, uzun vadeli tahminler çok nadirdir.

Bazı istisnalar söz konusudur. Moore Yasası hesaplama gücünün gelişimi ile ilgili spesifik bir tahmindir ve 2012 itibarı ile geçerliliğini 50 yıla yakın bir zamandır korumuş bulunuyordu. Fakat Moore Yasası toplumun anlaşılmasının sonucu olarak ortaya çıkan bir tahmin değildir; sadece, ampirik olarak gözlemlenebilir bir eğilimin tanımlanmasından ibarettir ve hiç kimse bu eğilimin ne kadar süre devam edeceğini bilmemektedir. Yasanın, teknolojinin bir çok alanı ile ilgili tahmin edilebilir sonuçları olabilir; fakat hiç kimse bu teknolojilerin toplum ile nasıl bir ilişkiye gireceğini bilmemektedir. Moore Yasası ve ona benzer diğer ampirik olarak gözlemlenebilir eğilimlerin, geleceğin tahmini hususundaki girişimlerde faydalı olma ihtimalleri olsa da, toplumumuzun gelişimini anlamak ile ilgili çabaların (Britannica’’nın ifadesini ödünç almak gerekirse) “sürekli olarak gözlem ve deneye başvurulan kesin olmayan bir süreç olarak kalmak durumunda olduğu” gerçeği değişmeyecektir.

Birisinin hâlâ, toplumumuzun önemli bir takım kaotik bileşenler içerdiğini reddetmesi durumuna karşı şöyle bir varsayımda bulunalım: Toplumun gelişiminin, devasa bir simultane denklemler sisteminin çözümü ile prensip olarak tahmin edilebileceğini ve istenen hassasiyet seviyesine sahip gerekli sayısal verinin gerçekten toplanabileceğini varsayalım. Hiç kimse, böyle bir denklemler silsilesinin çözümü için gerekli olan hesaplama kuvvetinin şu anda mevcut olduğunu iddia etmeyecektir. Ancak biz yine de, Ray Kurzweil’in tahmin ettiği tarzda, hayal gücünün ötesindeki bir hesaplama kuvvetinin gelecekteki bir toplum için mümkün hale geleceğini ve bu büyüklükteki bir hesaplama kuvvetinin o zamanki mevcut toplumun devasa karmaşıklığı ile baş edebileceğini ve bu toplumun gelişmesini anlamlı bir zaman aralığı için tahmin edebileceğini varsayalım. Yine de bu, gelecek zamandaki bu tarz bir toplumun, kendi gelişimini tahmin edebilecek yeterlilikte bir hesaplama gücüne sahip olacağı anlamına gelmez; çünkü bu tarz bir toplumun, mevcut toplumdan karşılaştırılamaz derecede daha karmaşık olması kaçınılmazdır: Bir toplumun karmaşıklığı onun hesaplama kuvveti ile eş zamanlı olarak artacaktır, çünkü toplumun hesaplama araçları o toplumun bir parçasıdır.

Aslında, kendi davranışını tahmin eden sistem kavramının kendisinde bazı paradokslar bulunmaktadır. Bunlar, kümeler teorisinde yer alan Russell Paradoksu’nu ve bir ifadenin kendisi hakkında konuşmasına izin verildiğinde ortaya çıkan paradoksları andırmaktadır. (Mesela şu cümleyi düşünün; “Bu ifade yanlıştır.”) Bir sistem kendisi hakkında bir tahminde bulunduğunda, bu tahminin kendisi sistemin davranışını değiştirebilir ve sistemin davranışındaki bu değişiklik, yapılan tahmini geçersiz hale getirebilir. Elbette, kendisi hakkında konuşan her ifade paradoksal değildir. Örneğin, “Bu ifade Türkçedir.” cümlesi gayet mantıklıdır. Benzer şekilde, bir sistemin kendisi hakkında yapabileceği bir çok tahminin kendi kendisini geçersiz kılan tahminler olması zorunlu değildir; bu tahminler, sistemin, tahminini geçerli kılacak şekilde davranmasına da sebep olabilir. Ancak bir toplumun kendisi hakkındaki tahminlerinin hiçbir zaman (ve beklenmedik bir şekilde) kendi kendisini geçersiz kılmayacağı söylenemez.

Üstelik, bir toplumun kendi davranışını tahmin etme kabiliyetine sahip olması o toplumun kendisi hakkında bütünsel bir bilgiye sahip olma yetisini gerekli kılacaktır ve böyle bir durumda da bir takım paradokslar söz konusudur. Bunların burada tartışılması gerekli değildir; konunun düşünülmesi, bir sistemin kendisi hakkında bütünsel bir bilgiye sahip olması yönündeki girişimlerin pek çok zorluk ile karşılaşacağı hususunda okuyucuyu ikna edecektir.

Böylece, çeşitli görüş açılarından -mevcut ve geçmiş tecrübeler, karmaşıklık, kaos teorisi ve mantıksal güçlükler (paradokslar)-, hiçbir toplumun, kendi davranışını anlamlı bir zaman dilimi boyunca isabetli olarak tahmin edemeyeceği açıktır. Sonuç olarak, hiçbir toplum, uzun vadede kendi geleceğini tutarlı bir başarılıkla planlayamaz.

Bu sonuç olağanüstü, şaşırtıcı ya da orijinal değildir. Tarihin zeki gözlemcileri, bir toplumun kendi geleceğini planlayamayacağını uzun süredir bilmektedirler. Thurston şunları yazmaktadır: “Şimdiye kadar hiçbir hükümet, bir ülkenin topyekun mevcudiyetini fiziksel olarak yönetmeyi … ya da merkezde alınan bir kararın sebep olacağı tüm komplikasyonları öngörmeyi başaramamıştır.”

Heilbroner ve Singer şöyle yazmaktadır: “Teknoloji Amerika’yı bir ‘orta sınıf’ ulusu yapmıştır. Bu süreç, tabii ki, birilerinin bir kararı olarak ortaya çıkmamıştır. İncelediğimiz bir çok ekonomik ve tarihsel süreç gibi, pazar mekanizmasının kör işleyişinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.”

Norbert Elias şöyle yazmaktadır: “Tarihsel değişimin bir bütün olarak akışı, hiç kimse tarafından planlanmamıştır.” Ve: “Medeniyet… bir ilişkiler ağının otonom dinamiği tarafından başlatılmış ve bu ilişkiler ağı tarafından devam ettirilen kör bir hareketin devinimi içerisindedir…”

III. Yukarıda söylenenlere şöyle bir cevap verilecektir: Bir toplumun davranışının uzun vadede tahmin edilemez olduğu kabul edilse dahi, o toplumu sürekli ve kısa dönemli müdahaleler ile rasyonel bir şekilde yönlendirmek mümkün olabilir. Bir örnek: Bir arabayı sürücüsüz olarak engebeli bir tepeden serbest bıraktığımızda gidişatı ile ilgili yapabileceğimiz tek tahmin arabanın önceden belirlenmiş bir doğrultuyu takip etmeyeceği ve düzensiz bir şekilde savrulacağı olacaktır. Fakat arabada bir sürücü bulunması durumunda bu sürücü en kötü çarpmalardan kaçınabilir ve arabanın görece düzgün yerlerden gitmesini sağlayabilir. Şansı yaver giderse arabayı tepenin dibinde önceden belirlenmiş bir noktaya dahi ulaştırabilir. Bu amaçların gerçekleşmesi için sürücünün ihtiyaç duyacağı tek şey, direksiyonu çevirdiğinde arabanın sağa ya da sola ne ölçüde gideceğini kaba bir şekilde tahmin etmek olacaktır. Arabanın tahmininden daha fazla ya da az yön değiştirmesi durumunda direksiyonu tekrar döndürerek müdahale edebilir.

Belki buna benzer bir şey tüm bir toplum için de yapılabilir. Ampirik çalışmaların gittikçe daha sofistike teoriler ile harmanlanması sonucunda, bir toplumun belirli bir değişikliğe vereceği tepkinin ne olacağı ile ilgili güvenilir kısa dönemli tahminler yapmak mümkün hale gelebilir—tıpkı kısa dönemli güvenilir hava tahminlerinde bulunmanın mümkün hale gelmesi gibi. Böylece toplum, sık ve akıllı müdahaleler yardımı ile istenmeyen sonuçların genellikle önlenebildiği ve arzu edilen bazı sonuçların elde edilebildiği bir tarzda başarılı olarak yönlendirilebilir. Yönlendirme sürecinin sıfır hata ile işlemesi zorunlu değildir, hatalar ileride yapılacak müdahaleler ile düzeltilebilir. Belki de toplum bu şekilde, arzu edilen toplum biçimi neyse o yöne doğru yönlendirilebilir ve uzun vadede istenen toplum yapısına ulaşılabilir.

Fakat bu varsayım da bir takım temel zorluklar ile karşılaşmaktadır. İlk problem şudur: Hangi sonuçların arzu edilir hangilerinin arzu edilmez olduğuna ya da ne tür bir “iyi” toplumun uzun vadeli hedefimiz olacağına kim karar verecektir? Bu tarz sorulara verilecek cevaplar konusunda genel bir konsensüs hiç bir zaman var olmamıştır. Friedrich Engels 1890 yılında şunları yazmıştır:

Tarih, her zaman için, her biri yaşam ile ilgili farklı öznel koşullardan doğan ve birbiri ile çatışma halinde bulunan sayısız bireysel iradenin bir sonucudur. Birbiri ile kesişen sayısız güç, birbirine paralel güçlerin sayısız bir koleksiyonu söz konusudur ve bunların kaynaşmasından bir sonuç doğar—tarihsel olay. Başka bir açıdan bakıldığında bu sonuç, bilinçsiz ve iradesiz bir şekilde işleyen tek bir gücün sonucu olarak ortaya çıkmış gibi görünebilir. Çünkü her bir bireysel istek bir diğerinin muhalefeti ile karşı karşıya kalır ve tüm bunların bileşiminden hiç kimsenin arzu etmediği bir sonuç ortaya çıkar.

Marksist olmayan Norbert Elias da çok benzer bir yorumda bulunmaktadır:

Birbirine dolanan sayısız bireysel çıkar ve isteğin -bunlar ister aynı doğrultuda olsunlar isterse birbirlerine zıt olsunlar- bir sonucu olarak, söz konusu bireylerin hiçbirinin istemediği ve planlamadığı bir sonuç ortaya çıkar; fakat yine de bu hadisenin yaşanması onların isteklerinin ve eylemlerinin bir sonucudur.

Herkesin bir politika üzerinde hem fikir olduğu o nadir durumlarda bile bu politikanın etkili bir şekilde uygulanması “ortak malların trajedisi” adı verilen şey yüzenden engellenebilir. Ortak malların trajedisi, herkesin belirli bir şekilde davranmasının herkesin çıkarına olduğu ancak her bireyin bunun aksi yönde davranmasının da o bireyin çıkarına olduğu durumlarda ortaya çıkar. Örneğin modern toplumda, tüm bireylerin gelirinin bir bölümünü hükumetin fonksiyonlarını desteklemek adına vergi olarak vermesi herkesin çıkarınadır. Ancak bireylerin gelirlerinin tümünü bireysel olarak kendileri için saklamaları da tek tek bireylerin yararınadır; hemen hemen hiç kimsenin gönüllü olarak vergi vermemesi ya da vermek zorunda olduğundan fazlasını vermek istememesinin sebebi budur.

Yukarıdaki argümanlara verilecek cevap, politik kurumların tam da bu problemleri çözmek için var olduğu olacaktır: Bir toplumun yönetilmesi sırasında verilen somut kararlar toplumda yer alan sayısız bireysel irade arasındaki ihtilafların bir sonucu olarak ortaya çıkmaz; bunun yerine, az sayıda kişiden oluşan politik liderler kadrosu herkes için gerekli kararları almaları ve ortak malların trajedisini aşan yasaları çıkarmaları için (seçimler ya da başka yollardan) yetkili makamlara getirilirler. Bu yasalar, herkesin, toplumun ortak refahının gerektirdiği şekilde davranmasını sağlar. (Vergi vermeyi zorunlu kılan yasalar gibi.) En üst seviyedeki politik liderler görece olarak az sayıda kişiden oluştukları için, bir toplumu rasyonel olarak yönetmelerini sağlayacak tarzda kendi aralarındaki farklılıkları çözmelerini beklemek çok akıl dışı olmayacaktır.

Fakat gerçek hayattaki tecrübe göstermektedir ki, yüksek makamlardaki politik liderlerin sayısı yarım düzine gibi bir sayıyı aştığında yönetimi tutarlı bir rasyonellikte sürdürmelerini sağlayacak tarzda kendi aralarındaki farklılıkları çözememektedirler. Ancak üst düzey liderler arasında herhangi bir çatışma bulunmadığı durumlarda dahi, bu tarz liderlerin elinde bulunan gerçek güç, bu liderlere resmi olarak verilen gücün çok çok altındadır. Bunun sonucu olarak, toplumun gelişimini rasyonel bir şekilde yönlendirme kabiliyetleri, en iyi durumlarda dahi, son derece kısıtlıdır.

Bu kitabın yazarı, 1996-98 yıllarında Sacramento Ana Hapishanesi’nde tutuklu bulunduğu sırada, hapishanenin müdürü Teğmen Dan Lewis ile çok ilginç bir takım sohbetlerde bulunmuştur. Bu sohbetlerin 31 Aralık 1996 tarihinde gerçekleşen birinde Lewis, verdiği emirleri çalışanlarından bazılarına uygulatmanın hiç de kolay olmadığından yakınmış ve resmi otoriteye sahip bir insanın, yönettiği organizasyonu istediği şekilde hareket ettirmek için bu yetkiyi kullanmaya çalıştığında karşılaştığı problemlerden bahsetmiştir. Liderin, emri altında bulunan birçok kişinin sevmediği kararlar alması durumunda organizasyonu felce uğratacak seviyede bir direniş ile karşılaştığını söylemiştir.

Sahip oldukları güç dışarıdaki bir gözlemcinin tahmin ettiğinden çok daha az olan yalnızca hapishane yönetimleri değildir. Jül Sezar’ın şöyle söylediği yazılır: “Pozisyonunuz ne kadar yüksek olursa eylem özgürlüğünüz o kadar kısıtlıdır.” 17. yüzyılda yaşamış bir İngiliz yazara göre: “Yüksek mevkilerde bulunan adamlar üç kez hizmetçidirler; devletin ya da hükümdarın hizmetçileri; ünlerinin hizmetçileri ve işlerinin hizmetçileri. Dolayısı ile özgür değillerdir; ne kişiliklerinde ne eylemlerinde ne de zamanlarında.” ABD başkanı Abraham Lincoln şöyle yazıyor: “Olayları kontrol ettiğimi iddia etmiyorum, bilakis olayların beni kontrol ettiğini açık bir şekilde itiraf ediyorum.”

F.W. de Klerk, Güney Afrika’nın başkanı iken, Nelson Mandela kendisine kimi zaman polisin de katılımı ile işlenen çeşitli şiddet olaylarını neden önlemediğini sormuştu. De Klerk bu soruya şu şekilde yanıt verdi: “Bay Mandela, bana katıldığınızda [hükümetin bir üyesi olarak] zannettiğiniz güce sahip olmadığımı anlayacaksınız.” De Klerk’in, gerçekte önleyebileceği şiddet olaylarını mazur göstermek için güçsüzlüğü bahane ediyor olması mümkündür. Fakat Mandela kendisi Başkan olduğunda, “De Klerk’in kendisini uyardığı gibi, bir başkanın göründüğünden daha az güce sahip olduğunu anlamıştı. Etkili bir yönetime sahip olabilmesinin tek yolu sabırlı bir şekilde ikna edilmeleri gereken yardımcıları ve memurlarından geçiyordu.”

Buna paralel olarak, Amerikan başkanlık makamının detaylı bir araştırmacısı olan Clinton Rossiter, Birleşik Devletler Başkanı’nın gücünün sadece kamuoyu ve kongrenin gücü tarafından değil, bunlarla birlikte, teoride tamamı ile emri altında bulunan kendi yönetiminin üyeleri arasındaki ihtilaflar sebebi ile de keskin bir şekilde sınırlandığını anlatmaktadır. Rossiter, “[Başkanlar] Truman ve Eisenhower’ın, resmi yaşamları tamamı ile Başkan’ın keyfine bağlı olan ve davranışlarını ve konuşmalarını yönetimin politikalarına uydurmak zorunda olan bazı özel kalem müdürlerini ikna etmek için verdikleri mücadeleleri” bu durumun bir örneği olarak gösterir. En güçlü başkanlarımızdan biri olan Franklin D. Roosevelt şu şekilde yakınmıştır:

Hazine bakanlığı o kadar büyük ve geniştir ve kendi pratiklerine öylesine gömülmüş durumdadır ki, istediğim eylemleri ve sonuçları almayı neredeyse imkansız buluyorum… . Fakat Hazine, Dış İşleri Bakanlığı ile karşılaştırılamaz. Yalnızca kariyer diplomatlarının düşünüşlerinde, politikalarında ve eylemlerinde herhangi bir değişiklik yapmayı denemiş kişiler gerçek problemin ne olduğunu anlayabilir. Fakat Hazine ve Dış İlişkiler’in toplamı Donanma ile karşılaştırıldığında bir hiçtir. Amiraller geçinmesi çok zor kişilerdir—ve ben bunu tecrübelerime dayanak söylüyorum. Donanmada herhangi bir şeyi değiştirmek kuş tüyü bir yatağı yumruklamak gibidir. Tükenene kadar sağ ve sol elinizle yumruklarsınız ve sonunda kahrolası yatağın yumruklamaya başlamadan önceki haline geri döndüğünü 55 görürsünüz.

Roosevelt’in başkanlıktaki kabiliyetli halefi Harry S. Truman şunları söylüyor:

İnsanlar, bir Başkan’ın sahip olduğu güçler hakkında, yani en üst düzey yöneticinin sahip olduğu tüm güç ve bunlarla neler yapabileceği hakkında konuşurlar. Size tecrübelerimden birkaç şey söylememe izin verin!

Başkan, ona Anayasa tarafından bahşedilen birçok yetkiye ve Birleşik Devletler Kongresi tarafından yasalar yolu ile ona verilmiş olan muhtelif güçlere sahip olabilir; fakat Başkan’ın sahip olduğu en temel kudret, insanları bir araya getirmekten ve herhangi bir şekilde ikna edilmeden zaten yapmak zorunda oldukları şeyleri yapmaya ikna etmeye çalışmaktan ibarettir. Zamanımın çoğunda yaptığım şey budur. Başkanın yetkilerinin ederi budur.

Dolayısıyla, resmi gücün birkaç üst düzey liderde toplanması, Engels’in bahsettiği “bireysel iradeler arasındaki çatışmayı” önleyememektedir. Bazı kişiler, aynı durumun tek ve teorik olarak mutlak liderler tarafından yönetilen toplumlar için de geçerli olduğunu işittiklerinde şaşırabilirler.

• M.Ö. 200 yılından M.S. 1911 yılına kadar Çin Hanedanlıklarının tümü, “devletin tek yasa koyucusu, tek yürütme otoritesi ve en yüksek yargıç olan” imparatorlar tarafından yönetilmişlerdir. “Söyledikleri sözler, kelimenin gerçek anlamıyla kanundu ve İmparatorun koyduğu kanunlar tarafından kısıtlanmayan tek kişi İmparator’un kendisiydi.” İmparator’un “Konfüçyüsçu normlar ve resmi-ulemadan oluşan seçkinlerin temsil ettiği değerler ile” sınırlandığı varsayılıyordu. Fakat, açık olarak belirtilmiş düzenlemelerin ya da bunları uygulayacak mekanizmaların yokluğunda bu kısıtlamaların uygulanabilmesinin tek yolu, İmparator’un karşısına kendi inisiyatifi ile çıkabilecek cesareti gösterebilecek tebaaların varlığı idi; yine de İmparator, ısrar ettiği taktirde istediğini yapıyordu.”

Bu yüzden, İmparator’un tabi olduğu pratik sınırlar daha önemliydi. “Geniş bir hükumet aygıtının başı olarak, yetkilerini hükumet işlerinin rutini ile ilgilenen kişilere devretmek etmek zorundaydı. Daha önceki hanedanlardan miras kalan kurumlar politik sorumlulukları devrettiği temel araçlar konumundaydı.” Çünkü, “bu yakın geçmişe alternatifler aranırken, Çin dışında örnek alınabilecek bir model yoktu.” Söylemeye gerek yok ki, bir imparator tarafından kullanılan gerçek güç, o makamı belirli bir zamanda işgal eden kişinin enerjisine ve kabiliyetine bağlıdır; fakat şurası açıktır ki, her halükarda bu güç, imparatorların sözlerinin kanun olmasının naif bir şekilde düşündüreceği kadar fazla değildir.

İmparatorun gücü üzerindeki sınırlara somut bir örnek vermek gerekirse: M.S. 1069 yılında İmparator Shenzong, siyasi düşünür Wang Anshin’in yeteneğini fark ederek onu yönetimden sorumlu Baş Danışman olarak atamış ve fikirlerini İmparator adına uygulaması için tam yetki ile donatmıştır. Wang, reformlarını çok detaylı bir çalışmaya dayandırmıştır; fakat ne o ne de İmparator yeni politikaların tehdit ettiği özel çıkarların sebep olabileceği keskin muhalefeti tahmin edebilmiştir. “Kısa vadede dahi, reformların sebep olduğu bölücü hizipleşmelerin maliyeti felaket sonuçlara yol açmıştır.” Wang’e olan muhalefet o kadar yoğundu ki, 1076 yılında kesin olarak istifa etmek zorunda kaldı ve Shenzong’un 1085’deki ölümünü takip eden sekiz sene içerisinde reformların çoğu ya ilga edildi ya da köklü bir değişikliğe uğratıldı. Daha sonra gelen iki imparator olan Zhezong (1093-1100 yılları arasında hüküm sürmüştür) ve Huizong (1100-1126 yılları arasında hüküm sürmüştür) zamanında bazı reformlar tekrar yürürlüğü konmuştur; fakat “Wang’ın eski dava arkadaşları sahneden çekildiler ve onun politikaları, keskin siyasi savaş atmosferinde bir araç olarak kullanılmaktan başka bir şey ifade etmez oldular.” “İmparator Huizong’un hükümdarlığında kimi reformların tekrar yürürlüğe konulduğu görülse de, sarayında hakim olan atmosfer yüksek bilince dayalı bir adanmışlık atmosferi değildi.” Genel karakteristiğini “çürümüş siyasi davranışın” oluşturduğu bir atmosferdi. “Önde gelen yetkililer birçok yolsuzluğa bulaştı” ve İmparator’un adamlarının açgözlülüğü “umutsuz bir şekilde onlara karşı silaha sarılan halkın şiddetli isyanlarına sebebiyet verdi.” Kuzey Sung Hanedanı’nın 1126-27 yıllarında çöküşü Wang’ın reformlarından kalan son kırıntıların da sonu oldu.

• Norbert Elias, Avrupa’daki “Mutlakiyet Çağının” “mutlak” hükümdarlarının göründükleri kadar mutlak olmadıklarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Örneğin Fransa kralı XIV. Louis, genellikle, mutlak hükümdarların en karakteristik örneği olarak görülür; herhangi bir kişinin kellesini uçurabilecek bir güce sahip olduğu muhtemeldir. Fakat bu gücü hiçbir koşul altında özgürce kullanamıyordu:

  1. Louis’nin yönettiği devasa insan ağı onun saygı duymak zorunda olduğu bir momentuma ve ağırlık merkezine sahipti. İnsanlar ve gruplar arasındaki dengeyi korumak, gerilimler üzerinde oynamak, bütünü harekete geçirmek, devasa bir çaba ve kendini kontrol edebilme kabiliyeti gerektiriyordu.

Elias; XIV. Louis’nin, krallığına son derece dar sınırlar içerisinde “manevra” yaptırabildiğini ekleyebilirdi. Başka bir yerde Elias, “en mutlak hükumetin dahi toplumsal gelişmenin dinamikleri karşısında çaresiz olduğunun anlaşıldığından…” bahsetmektedir.

• Teorik anlamda mutlak bir imparator olan II. Joseph, 1780-1790 yılları arasında Avusturya’yı yönetmiş ve “ilerlemeci” (yani modernleştirici) anlamdaki büyük reformları yürürlüğe koymuştur. Fakat:

“1787 yılına gelindiğinde Joseph ve hükumetine karşı direniş yoğunlaşıyordu… . Direniş Avusturya Hollandası’nda patlama noktasındaydı….

“[1789 yılında] … Türklere karşı savaş, Joseph’in politikasına karşı popüler bir muhalefetin kabından taşmasına sebep olmuş ve Avusturya Hollandası doğrudan bir devrime kalkışmıştı ve Galiçya’dan gelen sıkıntılı durum raporlarının sayısı artmıştı…

“Bu güçlükler ile karşılaşan Joseph, daha önce devreye soktuğu birçok reformu yürürlükten kaldırdı…

“ … [II. Joseph] çok kısa zamanda çok fazla şey yapmaya çalıştı ve sonunda büyük bir hayal kırıklığına uğramış bir adam olarak öldü.”

Özellikle vurgulanması gereken nokta, II. Joseph’in, yaptığı reformların modernleştirici karakterine rağmen başarısız olmasıdır; bu reformlar sadece, Avusturya’nın gidişatını Avrupa tarihinde zaten var olan güçlü bir eğilim doğrultusunda hızlandırmak için yapılmıştı.

Hitler ve Stalin gibi 20. yüzyılın devrimci diktatörleri, muhtemelen, geleneksel “mutlak” hükümdarlardan daha fazla güce sahiptiler; çünkü rejimlerinin devrimci karakteri, “meşru” hükümdarların güçlerini kısıtlayan birçok geleneksel, resmi ve gayrı-resmi toplumsal yapıları ve geleneksel sınırlamaları ortadan kaldırmıştı. Fakat devrimci diktatörlerin gücü dahi pratikte mutlak olmaktan epey uzaktı.

• Hitler rejiminin beklenen savaş için Almanya’yı silahlandırdığı 1930’lu yıllarda işçi sınıfından gelen direniş, “sivil üretim silah üretimini ciddi bir şekilde etkilemesine rağmen hükumetin tüketici ürünleri üretimini azaltmasını engellemişti.”

1938 yılından itibaren, rejime karşı direnişin Hitler’i öldürmeyi ya da başka bir şekilde iktidardan düşürmeyi içeren on civarı girişimde somutlaştığı söylenmektedir. Bu girişimlerin en önemlisi, 20 Temmuz 1944 tarihli bir bombalı saldırı ile Führer’i havaya uçurup hükumeti ele geçirmeyi planlayan sivil liderler ve subayların bir komplosu olarak 1943 yılında başlatılmıştı. Suikast girişimi neredeyse başarılı olmuştu ve Hitler sadece şansının yardımı ile hayatta kalmayı başarabilmişti. Komplocuların bir çoğunun motivasyonun, Hitler’in onları kaybedilen bir savaşa sürüklemelerinden ibaret olmadığı, aynı zamanda bu kişilerin Almanların Nazi liderliği altında Yahudilere, Slavlara ve diğer gruplara yaptığı zulümlerden tiksindikleri de anlaşılmaktadır.

• 1934-1941 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde Stalin rejimi kendi emek gücünü, “emeğe olan talebin … rejimin emeği yasalar ile kontrol etme çabalarını boşa çıkaran bir durum yaratması” sebebi ile kontrol altına alamıyordu. Hükumet doğal olarak, işçilerin gerektiği kadar işlerinde kaldığı istikrarlı bir iş gücü istiyordu; fakat pratikte işçiler “yüksek oranda iş değiştirmeye devam ediyorlardı.” Yasaların arkasından dolanılıyordu ya da yasalar basitçe göz ardı ediliyordu ve “işçilerin hareketliliğini yavaşlatmakta başarı sağlanamıyordu”

Daha da önemlisi, 1930ların ikinci yarısındaki Terör, Stalin’in, yönetimine olan direnişi kırmak için organize ettiği hesaplanmış ve etkili bir şekilde kullanılmış bir yöntem değildi. Korkmuş bir diktatörün, başlattıktan sonra hızlıca kontrolünü kaybettiği bir süreçti. “Stalin, partiye ve ulusa boyun eğdirmek için planlar yapan soğukkanlı bir zeka değil, gelişmelere göre tepki gösteren ve harekete geçen bir adamdı.” “Stalin ve arkadaşlarının, gergin ve çirkin bir atmosferin oluşmasına yardım ettikleri, ancak [Terör sırasında] planlamadıkları ya da öngörmedikleri olaylara reaksiyon gösterdikleri anlaşılmaktadır.” “Avrupa’daki cadı avlarını andıran bir panik havası baş göstermişti…” “Stalin’in, tasfiyeler iddia edilen casusları ve Troçkistleri ortaya çıkarttıkça gittikçe daha fazla endişelendiği izlenimi doğmaktadır. Sonunda onlara tutarlı olmayan bir şekilde saldırdı. 1937 ve 1938 yıllarında olaylar kontrolden çıkmıştı.” “Polis davaları uydurdu; Stalin’in direktiflerinde hedeflenmeyen insanlara işkence yaptı ve kendisi bir güç haline geldi.” “Terör, işleyişi bozacak tarzda sorumluluklardan kaçıldığı bir atmosfer yaratıyordu. Zirvede amaçlanan ne olursa olsun olaylar yine kontrolden çıkmıştı.” “[Stalin] olaylara reaksiyon ve aşırı reaksiyon gösterdi… . Yalanlardan ve bütün olmayan bilgilerden oluşan bir piramidin tepesinde oturuyordu…” “[Stalin]’in Terörü planlamadığı yönündeki kanıt günümüzde güçlüdür.”

Bir sistem içerisindeki astların direnişinden ve “bireysel iradeler arasındaki diğer çelişkilerden” bağımsız olarak, saf teknik faktörler, sistem üzerinde teorik olarak mutlak güce sahip bir liderin önündeki seçenekleri dahi çok dar bir çerçeve içerisine hapsetmektedir.

• Frank Norris’in ölümsüz romanı The Octopus’ta -geçimleri demir yolu tarifelerinin yükselmesi ile mahvolan tahıl çiftçileri hakkındadır- romanın baş kahramanı Prestley, demir yolunun acımasız görünümlü Başkanı, iş adamı Shelgrim ile yüzleşir. Fakat Shelgrim ona şunları söyler:

“’Tahıl ve demir yollarından bahsettiğinde genç adam, insanlar ile değil kuvvetler ile meşgulsün demektir. … İnsanlar meselenin yalnızca küçük bir parçasıdır. … Koşulları suçla; insanları değil.’

“’Fakat, fakat’ diye kekeledi Presley, ‘Sen işin başısın, demir yolunu kontrol ediyorsun.’

“’Demir yolunu kontrol etmek mi!… İstersen şirketi iflasa sürükleyeyim. Ben demir yolunu işin gerekliliklerine göre idare ediyorum, [bunun dışında] hiçbir şey yapamam. Onu kontrol edemem.’”

The Octopus kurgu bir eserdir, fakat dramatize edilmiş bir tarzda da olsa Norris’in hakkında yazdığı dönemin (19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başları) ekonomik gerçeklerini doğru bir şekilde yansıtmaktadır. O dönemde “demir yollarının emek ve malzeme” maliyetleri yükseldi ve “zaten ekonomik olarak zar zor hayatta kalmaya çalışan birçok Amerikan demir yolu tarifelerdeki düşüşe dayanamayacak durumdaydı.” “Adil ve ‘bilimsel’ tarifeleri belirlemenin yollarını arayan” Devlet Demir Yolları Komisyonu, “tarifelerin bilimsel tespiti” diye bir şeyin olmadığını keşfetti. “‘Kamuoyu yararını’ tanımlamanın ya da tarife meselesini ‘politika dışına’ çıkarmanın olağanüstü zor olduğunu keşfettiler. Tarifeleri belirlemek, bazı ekonomik öncelikleri tanımlamak demektir ve bunun sonunda birileri -sevk eden, taşıyıcı, tüketici- muhakkak zarar görür.” Dolayısı ile, Shelgrim’inki gibi bir demir yolunun tarifeleri herkese karşı “adil” ve insani bir şekilde belirlemeye çalıştığında iflas etmesi yüksek bir olasılıktır.

Şirketlerin acımasız davranışlarının, genel olarak, açgözlü bir yönetimin gönüllü bir kararı olmasından ziyade ekonomik gerçekliklerin zorlamasının bir ürünü olması, muhtemelen, doğrudur.

• ABD’de sanayi devriminin erken bir aşamasında, 1830’lu yıllarda, Massachusettli tekstil üreticilerinin çalışanlarına davranışları çok iyi niyetliydi. O zamanki davranışlarının günümüzde “paternalist” olarak adlandırılacağına şüphe yoktur, fakat maddi açıdan işçiler kendilerini şanslı addedebilirlerdi. Çünkü çalışma şartları ve konut koşulları zamanın standartları ile değerlendirildiğinde çok iyi durumdaydı. Fakat 1840’lı yıllarda işçilerin durumu kötüleşmeye başladı. Maaşlar düştü, çalışma saatleri arttı ve işçilerden daha fazla efor sarf etmeleri istendi ve bunlar, işverenlerin açgözlülüğün sonucu olarak değil, ekonomik rekabetten doğan piyasa koşullarının bir sonucu olarak gerçekleşti. “Şirketler ulusal düzeye geldikçe, çeşitli üretim sahaları arasındaki rekabet, maaşların ve ücretlerin yerel koşullar tarafından belirlenmediği bir durum yaratıyordu. Maaşlar ve ücretler, işverenlerin ve işçilerin kontrollerinin tamamı ile dışında olan ekonomik değişikliklerin bir sonucu olarak dalgalanıyordu.”

• Adam Davidson, kaleme aldığı yakın tarihli (2012) bir makale, ABD’deki işsizlik probleminin ardında yatan bazı sebepleri tartışmaktadır. Kendisinin bizzat incelediği bir şirketten bahseden Davidson şunları yazmaktadır: “Standard Motor Products’un sahiplerine bakıp, kalifiye olmayan işçilere destek çıkmalarını söylemenin bir cazibesi vardır. Maliyetleri daha az katı bir şekilde kısabilirler, daha düşük kâr oranları ile çalışabilirler ya da hatta Amerikan’ın istihdam sorununun çözümüne küçük bir katkı yapabilirler.” Daha sonra Davidson, Standard Motor Products gibi bir şirketin maliyetleri katı bir şekilde kısmadığı ve dolayısı ile kârlı olduğu her durumda işçileri makineler ile değiştirmediği bir durumda, rekabet ortamında neden hayatta kalamayacağını açıklamaktadır. Burada yine, “iş adamının yalnızca, kendi kontrolü dışındaki gelişmelerin ve ekonomik güçlerin bir nesnesi olduğunu” görüyoruz.

Son iki örnekte, organizasyonların liderleri önündeki seçenekler, sadece teknik faktörler sebebi ile kısıtlanmamaktadır; teknik faktörlerin organizasyon dışındaki rekabet ile harmanlamasının bir sonucu olarak da kısıtlanmaktadır. Fakat dışsal rekabetten ve sistem içerisindeki “irade çatışmalarından” bağımsız olarak dahi, teknik faktörler kendi başlarına sistemin liderleri önündeki seçenekleri büyük oranda kısıtlamaktadır. Diktatörler dahi bu sınırlamalardan azade değildir.

Encyclopaedia Britannica’nın İspanya makalesinde şunlar yazıyor: “İspanya İç Savaşı’ndan sonraki yaklaşık 20 yıl boyunca Franco Rejimi, ulusal bir kendi kendine yeterlilik politikası uyguladı. İspanya’nın kendi kendine yeterlilik ile ilgili bu ekonomi politikası başarısızlık ile sonuçlandı ve 1950’lerin sonunda ülke ekonomisi çöküşün eşiğine geldi.”

İspanya ekonomisinin yirmi yılı için yalnızca yukarıdaki kısa pasaja güvenmek istemeyen bu kitabın yazarı, tarih kitaplarından ilgili sayfaların fotokopilerini gönderen mektuplaştığı bir İspanyol’a danıştı. Britannica’nın söylediklerinin -belki de kısaltılmış olmasının verdiği kaçınılmazlık sebebi ile- ciddi biçimde yanıltıcı olabilecek bir tarzda basitleştirilmiş olduğu anlaşıldı. Başka şeylerle birlikte, İspanya’nın uyguladığı kendi kendine yeterlilik politikasının ne ölçüde gönüllü bir tercih olduğu, ne ölçüde İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı koşulların ve savaş sonrasında Batı demokrasilerinin Franco’nun otoriter rejimine duyduğu düşmanlığın bir dayatması olduğu açık değildir. Bu tarihin pek çok noktası ekonomi hakkında uzman bir bilgiye sahip olmayan bizlerin anlayışının uzağındadır, fakat bir nokta açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır: Ekonomik gerçekliğin kendisi, herhangi bir dışsal rekabetten ve içsel çatışmadan bağımsız olarak, otoriter bir rejimin dahi bir ulusun ekonomisi üzerinde yapabileceklerine dar sınırlar çekmektedir. Bir diktatör ekonomiyi, bir generalin orduyu yönettiği gibi -yukarından emirler vererek- yönetemez. Çünkü ekonomi emirlere itaat etmez. Başka bir deyişle, Francisco Franco gibi güçlü bir diktatör dahi, ekonomik kanunları çiğneyemez.

Ne de idealist duygu taşmaları bu yasaların üstünden gelebilir.

• 1956-59 yıllarındaki Küba Devrimi’ni takip eden senelerde ABD medya

propagandası, Fidel Castro’yu temel motivasyonu iktidar hırsı olan bir kişi olarak resmetmişti. Fakat gerçekte Castro, genel bir takım insani ve demokratik hedefler üzerine harekete geçmişti. Batista hükumetini devirdikten sonra, kişisel karizmasının ona bahşettiği geniş güce rağmen önündeki seçeneklerin son derecek kısıtlı olduğunu fark etti. Şartlar onu, demokrasi ile yapmak istediği köklü sosyal reformlar arasında bir seçim yapmaya zorladı; ikisini birden gerçekleştiremezdi. Temel hedeflerini sosyal programı oluşturduğu için, demokrasiyi bir kenara bırakarak bir diktatör haline gelmek ve Küba toplumunu militarize ve Stalinize etmek zorundaydı.

Küba devrimcilerinin idealist heyecanları üzerinde herhangi bir tereddüt olamaz ve Castro, herhangi bir karizmatik diktatörün olabileceği kadar güce sahipti. Buna rağmen devrimci rejim, Küba toplumunun gelişimini kontrol etme kabiliyetine sahip değildi: Castro, Küba’nın yönetim aygıtındaki bürokratik eğilimleri kısıtlamayı başaramadığını kabul etmiştir. Rejimin ırkçılığa karşı güçlü ideolojik muhalefetine rağmen, “siyahları ve muhtelif Küba ırklarını hükumet ve Parti’deki liderlik pozisyonlarına yükseltmek” konusunda, Castro’nun da kabul ettiği gibi, kısmi bir başarı sağlanabilmiştir. Gerçekte, Küba’nın ırkçılığa karşı mücadelesinin Birleşik Devletler’den daha başarılı olmadığı gözükmektedir. Castro rejimi, Küba ekonomisini şekere olan mutlak bağımlılığından kurtarma ve ülkeyi sanayileştirme girişimlerinde cüzi bir başarıdan daha fazlasını elde edememiştir. Rejim, ekonomik olarak ayakta kalabilmek için, “sosyalizmi” (Küba’nın idealist liderlerinin tahayyül ettiği şekli ile) inşa etme çabalarını kısa sürede terk etmek zorunda kalmıştır. Ekonomik gerçekliğe ideolojik açıdan acı verici tavizlerde bulunmanın bir zorunluluk olduğu anlaşılmıştır ve bu tavizlere rağmen Küba ekonomisi, kıt kanaat ayakta kalabilmiştir.

Küba’nın ekonomik başarısızlıklarına katkı yapan bir faktör, Birleşik Devletler’in uyguladığı ambargo olmuştur: ABD şirketlerinin Küba ile ticaret yapması yasaklanmıştır. Ancak bu faktör, Castro rejimine hayranlık duyanların düşünmek istediği kadar önemli ve belirleyici olmamıştır. Küba’nın ABD haricinde dünyanın ekonomik açıdan önemli pek çok ülkesi ile ticaret yapma imkanı bulunuyordu ve büyük ABD şirketleri ile dahi, diğer ülkelerde bulunan bağlantıları üzerinden dolaylı yollardan ticaret yapılabiliyordu. Ambargonun önemi, Küba’nın kendisini şekere olan aşırı bağımlılığından kurtaramamasından ve şeker endüstrisinin dahi verimli bir şekilde işletilememesinden çok daha düşük olmuştur. Küba’nın ekonomik başarısızlığının bir diğer sebebi de Küba toplumundaki dayanışma eksikliği idi—Engels’in “pek çok bireysel irade arasındaki çatışma” olarak ifade ettiği durum. İşe gelmemek, üretim kotalarına pasif direniş ve “köylülerin vurdumduymaz bir direnişi” söz konusuydu. “Bireysel” eğilimler; hırsızlığa, israfa ve hatta büyük suçlara sebep olabiliyordu. Bunların yanında, Küba’nın iktidar-yapısının içinde çelişkiler söz konusuydu. Ancak Küba’nın başarısızlığının belirleyici sebebi, neredeyse kesin olarak, Castro rejiminin ekonomik başarı için gerekli olan teknik yükümlülüklere uymayı reddetmesiydi: Rejimin ideolojisinden verdiği taviz ancak hayatta kalmasını sağlayacak kadardı ve serbest pazar ve kapitalizmin güçlü bir gelişmeyi mümkün kılabilecek unsurlarını kabul etmeye yanaşmıyordu. Bu durumun asıl belirleyici faktör olması, saf anlamda sosyalist ekonomilerin dünyanın her yerinde başarısız olmaları gerçeği ile ortaya çıkmıştır.

IV. Bir toplumun kendi kendisini bu bölümün III. Kısmı’nın başında tanımlandığı şekli ile “yönlendirememesinin” başka bir sebebi -üstelik kritik önemde bir sebebi- daha vardır: Her karmaşık, geniş ölçekli toplum, toplum içerisinde mevcut sistemler üzerinde işleyen ve “doğal seçilim” tarafından oluşturulan içsel gelişmelere tabidir. Bu faktör, İkinci Bölüm’de ayrıntılı olarak tartışılmaktadır; burada bu tartışmayı mümkün olan en kısa şekilde yapmaktayız.

Biyolojik evrime benzer bir süreç sonucunda, karmaşık, geniş ölçekli toplumlar bünyesinde, hayatta kalmak ve kendi varlığını devam ettirmek için mücadele veren, küçük ve büyük, kendini-koruyan ve kendini-yeniden-üreten sistemler ortaya çıkar. (Bunlara şirketler, politik parti ya da hareketler, yolsuzluğa bulaşmış yetkililerin oluşturduğu gizli ya da açık sosyal ağlar vb. dahildir.) Güç, hayatta kalmanın en temel aracı olduğundan, bu sistemler güç için rekabet halinde bulunurlar.

Doğal seçilim yolu ile evrimleşen biyolojik organizmalar, biyolojik olarak hayatta kalmanın mümkün olduğu her köşeyi işgal ederler ve onları yok etmek için hangi yola başvurulursa başvurulsun, bazı organizmalar hayatta kalmanın bir yolunu bulurlar. Herhangi bir karmaşık ve geniş ölçekli toplumda, benzer bir süreç, her köşeyi işgal edecek kendini-yeniden-üreten sistemleri ortaya çıkarır ve bu sistemler onları bastırmak isteyen çabaları alt ederler. Bu sistemler herhangi bir hükumetin (ya da başka bir oluşumun), toplumun yönünü belirlemek ile ilgili amaçlarına bakmaksızın güç için mücadele ederler. Bizim argümanımız -kesin olarak kanıtlanması şu anda imkansızdır- bu kendini-yeniden-üreten sistemlerin, toplumu rasyonel olarak yönlendirme çabalarını boşa çıkartan kontrol edilemez güçler oluşturacakları yönündedir. Detaylar için İkinci Bölüm’e bakınız.

V. Bu bölümde ele aldığımız tüm argümanlara rağmen, bir toplumun içsel dinamiklerini kontrol etmekte kullanılacak tekniklerin günün birinde kadir-i mutlak bir liderin (iyi niyetli olup diktatör yerine ona filozof-kral diyeceğiz) -ya da grup içinde doğacak “bireysel iradelerin çatışmasından” azade olacak kadar az kişinin (<6?)- bir toplumu, yukarıda, III. Kısım’ın başında söylendiği şekilde yönlendirmesini mümkün kılacak seviyede geliştirilmesi gibi pek de gerçekçi olmayan bir varsayımda bulunalım.

Tek bir lidere ya da küçük bir grup lidere bağlı otoriter bir yönetim kavramı, modern, liberal demokrasi yönetimlerinde yaşayan insanlara göründüğü kadar uzak bir ihtimal değildir. Şu anda dünyada birçok kişi, halihazırda, bir ya da birkaç kişinin otoritesi altında yaşamaktadır ve teknolojik toplum, gelecek on yıllarda çok muhtemel olduğu gibi, kendisini yeteri kadar ciddi bir belanın içerisine düşürdüğünde, liberal demokrasi taraftarları dahi bugün hiç düşünmedikleri çözümlerin peşinden koşacaklardır. 1930’lardaki Büyük Buhran sırasında pek çok Amerikalı -marjinal kaçıklar değil sıradan insanlar- demokrasinden hayal kırıklığına uğrayarak bir diktatör ya da oligarşinin (bir süper-konsey ya da direktuvar) yönetimini arzu etmiştir. Birçokları Mussolini hayranıydı. Aynı dönemde birçok Britanyalı Hitler Almanya’sını takdir ediyordu. “Lloyd George’un Hitler’e reaksiyonu tipikti: ‘Onun kalibresinde bir adama bugün İngiltere’de sahip olabilseydik.’ demiştir.”

Varsayımsal diktatörümüze ya da adlandırmaya karar verdiğimiz gibi filozof-kralımıza geri dönelim. Ne kadar imkansız görünürse görünsün karmaşıklık problemlerinin, bireysel iradeler arasındaki çatışmanın, astların direnişinin ve geniş ölçekli her toplumda evrimleşecek güç peşindeki rekabetçi grup ve sistemlerin üstesinden geldiği varsayımında bulunalım. Bu gerçek dışı varsayımda dahi bazı temel zorluklar ile karşılaşacağız.

İlk problem şudur: Filozof-kralı kim seçecek ve iş başına kim getirecektir? Geniş ölçekli bir toplumdaki hedeflerin ve değerlerin muazzam farklılıkları düşünüldüğünde (“bireysel iradeler arasındaki çatışma”), herhangi bir filozof-kralın yönetiminin nüfusun çoğunluğunun, hatta elit bir kesiminin (entelektüeller diyelim ya da bilim adamları, zenginler) hedefleri ve değerleri ile uyumlu olması dahi çok düşük bir olasılıktır—belki filozof kralın, gücü ele geçirdikten sonra, çoğunluğun değerlerini kendisi ile uyumlu hale getirmek için propaganda ve diğer insan mühendisliği tekniklerini kullanması ve bu konuda başarılı olması ihtimali haricinde. Pratik politikanın gerçekleri göz önüne alınırsa, filozof-kral olabilecek bir kişinin ya üzerinde uzlaşılmış bir aday, dolayısıyla temel endişesi hiç kimseyi incitmemek olan etkisiz bir kişi ya da kendisine iktidar yolunu açan agresif bir kliğin acımasız bir lideri olması gerekir. Son durumda, ya tek amacı kendisi için güç biriktirmek olan düşüncesiz bir kişi (bir Hitler) ya da kendi davasının doğruluğuna inanmış bir fanatik (Lenin) olacaktır; her iki durumda da kendi hedeflerine ulaşmak için hiçbir şeyden kaçınmayacaktır.

Yani, filozof-kral fikrine sıcak bakan bir yurttaş, filozof-kralı kendisinin seçmeyeceği ve iktidara gelecek herhangi bir filozof-kralın muhtemelen kendi hayal ettiği ya da umduğu şekilde olmayacağı gerçeğini aklından çıkarmamalıdır.

Diğer bir problem, filozof-kral öldüğünde yerine kimin geçeceği sorunudur. Her filozof-kralın, hedefleri ve değerleri kendisininki ile birebir aynı olan bir halefi güvenli bir şekilde seçme imkanı olmalıdır; aksi durumda, ilk filozof-kral toplumu bir yönde, ikinci filozof-kral başka bir yönde, üçüncü filozof-kral ise daha başka bir yönde vb. yönlendireceklerdir. Bunun sonucu, toplumun gelişiminin uzun vadede tutarlı bir yörüngede tutulması ya da toplumun istenen ve istenmeyen sonuçların neler olduğuna dair istikrarlı bir politikaya göre yönlendirilmesi değil, gelişigüzel bir şekilde salınması olacaktır.

Tarihsel olarak, herhangi bir mutlak monarşide -Roma İmparatorluğu uygun bir örnek oluşturmaktadır- makul derecede kabiliyetli ve bilinçli yöneticilerin birbirlerini takip etmelerini sağlamak dahi mümkün olmamıştır.

Kabiliyetli ve bilinçli yöneticiler; sorumsuz, yolsuz, zalim ve yeteneksiz olanlar ile değişmeli olarak başa geçmişlerdir. Sadece kabiliyetli ve bilinçli değil, aynı zamanda ardılları ile yaklaşık olarak aynı değerleri ve hedefleri paylaşan bir yöneticiler dizisinin kesintisiz birbirini takip etmesi olasılığına gelirsek—böyle bir olasılığı unutabilirsiniz. Tüm bu argümanlar sadece filozof-kralları değil aynı zamanda filozof-oligarşileri de kapsamaktadır—Engels’in “bireysel iradeler arasındaki çatışmalar” olarak adlandırdığı ihtilafların yaşanmayacağı küçüklükteki gruplar.

Fakat biz yine de, tek ve değişmez bir değerler sistemine göre yönetecek uzun bir filozof-krallar silsilesinin ardı sıra göreve gelmesinin bir şekilde mümkün olacağını varsayalım. Böyle bir durumda … fakat bir dakika … biraz duralım ve yaptığımız varsayımları bir gözden geçirelim. Başka şeyler dışında karmaşıklık problemlerinin, kaosun, astların direnişinin, bunların yanında liderlerin seçeneklerini kısıtlayan saf teknik faktörlerin ve doğal seçilimin etkisi altında bir toplumda evrimleşen güç peşindeki grupların bir toplumun rasyonel bir şekilde yönetimini mümkün kılacak tarzda üstesinden gelindiğini ve böylece kadir-i mutlak bir liderin toplumu rasyonel bir şekilde yönetebileceğini varsayıyoruz; “bireysel iradeler arasındaki” çatışmanın, liderin rasyonel bir tarzda seçimini mümkün kılacak şekilde çözülmesinin mümkün olduğunu kabul ediyoruz; seçilmiş lideri mutlak güce sahip pozisyona getirmenin ve istikrarlı ve değişmez bir değerler sistemi ile yönetecek kabiliyetli ve bilinçli bir liderler silsilesinin başa geçmesini mümkün kılacak yöntemlerin bulunacağını varsayıyoruz. Ve toplumun rasyonel bir şekilde yönetiminin mümkün olduğu ile ilgili varsayım okuyucuya herhangi bir rahatlık sağlıyorsa, toplumun yönlendirilmesinde kullanılacak değerlerin kendisi tarafından en azından marjinal olarak kabul edilebilir olduğunu da bu varsayımlara eklemelidir—ki bu da oldukça cesur bir varsayımdır.

Şu anda hayal dünyasına doğru yelken açtığımız açıktır. Bir toplumu, anlamlı derecede uzun bir zaman dilimi için rasyonel bir şekilde yönlendirmenin mümkün olmadığını matematiksel bir kesinlikle ispat etmek olanaksızdır; fakat bu olasılığın mümkün olduğunu düşünmek için yaptığımız bir dizi varsayım o kadar olasılık dışıdır ki, pratik amaçlar için, toplumların gelişiminin sonsuza kadar rasyonel insan kontrolünün dışında kalacağı güvenli bir şekilde söylenebilir.

VI. Muhtemelen bu bölüme yönlendirilecek temel eleştiri, yazarın “herkesin” bildiği bir gerçek üzerinde çok fazla mürekkep ve kağıt harcadığı olacaktır. Fakat maalesef toplumların gelişiminin hiçbir şekilde rasyonel bir kontrole tabi tutulamayacağı herkes tarafından bilinmemektedir ve bu prensibi soyut temelde kabul edecek birçok kişi somut durumlarda bu prensibi uygulamakta başarısız olmaktadırlar. Tekrar ve tekrar, dışarıdan zeki gözüken insanların, toplumun problemlerinin çözümü için ayrıntılı projeler önerdiklerini görüyoruz; bu projelerin hiç ama hiçbir zaman başarılı bir şekilde uygulanamadığı gerçeğinden bihaberdirler. Hayal dünyasına doğru yaptığı bir yolculuk sırasında ünlü teknoloji eleştirmeni Ivan Illich birkaç on yıl önce şunları yazmıştır: “Toplum, otonom bireylerin ve grupların katkısını, temel insan ihtiyaçlarını tatmin edecek ve aynı zamanda belirleyecek yeni bir üretim sisteminin bütünsel verimliliği için genişletecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır” ve “başkaları tarafından en az düzeyde kontrol edilen araçların yardımı ile üyelerine otonom bir eylemin olanaklarını sunacak bir ortak-yaşam toplumu tasarlanmalıdır.”—sanki toplum bilinçli bir şekilde “yapılandırılabilir” ve “tasarlanabilirmiş” gibi. Buna benzer diğer olağanüstü aptallık örnekleri Arne Naes ve Chellis Glendinning tarafından sırasıyla 1989 ve 1990 yıllarında verilmiştir; bu örnekler mevcut eserin Üçüncü Bölüm’ünün IV. Kısmı’nda tartışılmaktadır.

Günümüze kadar (2013), daha iyisini bilmesi gereken insanlar toplumların gelişiminin hiçbir zaman rasyonel kontrole tabi tutulamayacağı gerçeğini göz ardı etmeye devam etmişlerdir. Bu sebeple, teknoperverlerin şuna benzer absürt ifadelerini işitiyoruz: “İnsanlık kendi kaderinin kontrolünü elinde tutmaktadır”; “[kendi] evrimimizin kontrolünü elimize alacağız”; ya da “insanlık evrimsel sürecin kontrolünü eline alacak.” Teknoperverler, “toplumu iyileştirmek için teknolojik gelişmeye yön vermek isterler.” Güya “teknolojik gelişmenin getirdiklerini şekillendirecek ve toplumun bu gelişmenin sonuçları ile baş etmesini kolaylaştıracak” ve “yapay zekanın insana dost olmasını sağlayacak” “Tekillik Üniversitesi’ni” ve “Tekillik Enstitüsü’nü” kurmuşlardır.

Teknoperverler, tabii ki “teknolojinin getirdiklerini şekillendiremeyeceklerdir”; “toplumun iyileşmesine katkı yapmasını” ya da insanın dostu olmasını sağlamayı başaramayacaklardır. Teknolojik gelişmeler, uzun vadede, teknolojiyi yalnızca rakipleri üzerinde avantaj elde etmek için geliştirecek ve uygulayacak rakip gruplar arasındaki tahmin edilemez ve kontrol edilemez güç mücadelelerin bir sonucu olarak “şekillendirilecektir” Bu kitabın İkinci Bölüm’üne bakınız.

Teknoperverlerin çoğunun, teknolojinin “gelişmesini şekillendirerek toplumu iyileştirmek” ile ilgili bu saçmalığa gerçekten inanıyor olmaları pek olası değildir. Tekillik Üniversitesi, temelde, teknoloji-odaklı iş adamlarının çıkarlarını savunmaya yaramaktadır; “toplumu iyileştirmek” ile ilgili fanteziler ise radikal teknolojik gelişmelere karşı kamuoyunda olaşabilecek direnişi önlemek için bir propaganda aracı olarak kullanılır. Fakat bu tarz bir propagandanın etkili olabilmesi sokaktaki adamın bu fantezileri ciddiye alacak kadar naif olmasındandır.

Teknoperverlerin “toplumu iyileştirmek” ile ilgili planlarının arkasındaki gerçek motivasyonlar ne olursa olsun, diğer benzer planlar tartışmasız olarak samimidir. Yakın zamanlı örnekler için Jeremy Rifkin (2011) ve Bill Ivey’in (2012) kitaplarına bakınız. İlk başta Rifkin ve Ivey’inkinden daha sofistike görünen, fakat gerçekte uygulanması bir o kadar imkansız olan başka öneriler de mevcuttur. 2011 yılında yayımlanan bir kitapta Nicolas Ashford ve Ralph P. Hall, “sanayileşmiş toplumlarda sürdürülebilir gelişmeyi sağlayacak bütünlüklü, disiplinler arası bir yaklaşım önermektedirler … Yazarlar; ekonomi, istihdam, teknoloji, çevre, sanayi gelişimi, ulusal ve uluslararası hukuk, ticaret, finans, kamu ve işçi sağlığı ve güvenliğini kapsayan sürdürülebilirlik problemlerinin çok amaçlı bir çözümünün tasarlanmasını salık vermektedirler.” Ashford ve Hall, kitaplarının Plato’nun Cumhuriyeti15 ve Thomas More’un Ütopyası gibi soyut bir spekülasyon olmanın ötesinde pratik bir program sunmasını amaçlamaktadırlar.

Başka bir örnekte (2011) Naomi Klein, küresel ısınmayı kontrol altına alacak; diğer bir çok çevre problemi konusunda bize yardımcı olacak; aynı zamanda “gerçek demokrasiyi” getirecek; “şirketleri yola getirip” işsizliği düşürecek; zengin ülkelerdeki müsrif tüketimi azaltacak ve bunu yaparken fakir ülkelerin ekonomik kalkınmalarına devam etmesine izin verecek; “aşırı bireyselcilik yerine yardımlaşmayı, egemenlik yerine karşılıklılığı ve hiyerarşi yerine işbirliğini destekleyecek”; “tüm bu mücadeleleri dünya üzerindeki yaşamı korumak ile ilgili tutarlı bir anlatıya zarif bir şekilde bağlayacak” ve genel olarak “sağlıklı ve adil” bir dünya yaratmak için “ilerlemeci” bir ajandayı savunacak devasa, detaylı ve dünya çapında bir planlama önermektedir.

İnsan; Ashford, Hall ve Klein gibilerinin önerilerinin iyi düşünülmüş birer şaka olup olmadığını kendisine sormadan edemiyor. Fakat hayır, bu yazarların önerileri gayet ciddi. Önerdikleri planların gerçek dünyada uygulanabileceğine nasıl oluyor da inanıyorlar? İnsan ilişkileri hakkında pratik bir zekadan bu kadar mı yoksunlar? Belki. Fakat daha makul bir açıklama, Naomi Klein’in kendisi tarafından farkında olmadan sunulmuştur: “Dünya görüşünün yıkılışını izlemektense gerçekliği reddetmek her zaman daha kolaydır…” Entelektüeller de dahil olmak üzere üst-orta sınıfların çoğunun dünya görüşü, köklü bir şekilde organize edilmiş, kültürel olarak “ileri”, yüksek seviyede bir toplumsal düzenin karakterize ettiği geniş-ölçekli bir toplumun mevcudiyetine derinden bağlıdır. Bu tip insanlar için, üzerinde felakete doğru gitmekte olduğumuz rotadan çıkmanın tek yolunun organize toplumun topyekun bir şekilde çökmesi ve böylece kaosa sürüklenmek olduğunu kabullenmek psikolojik olarak son derece zordur. Bu sebeple, yaşamlarının ve dünya görüşlerinin dayandığı bu toplumu korumayı taahhüt eden her türlü projeye, bunlar ne kadar gerçek dışı olursa olsun, can havliyle sarılırlar ve kişi, onlar için, dünya görüşlerine olan tehdidin yaşamlarına yönelik tehditten daha önemli olduğu kuşkusuna kapılır.

İkinci Bölüm: Teknolojik Sistem Neden Kendi Kendisini Yok Edecek?

Yakın zamanda, ‘tarihin sonunun’ mutlak bir gelişi, demokratik mutluluğun azametli bir zaferi ile ilgili naif bir hikaye ile eğlendirildik; buna göre küresel düzenin nihai biçimine ulaşmış bulunuyorduk. Fakat hepimiz, çok daha başka bir şeyin, yeni bir şeyin ve muhtemel ki çok haşin bir şeyin gelmekte olduğunu görüyor ve sezinliyoruz.

—Aleksander Solzhenitsyn

Güç, doğada hakkın temel ölçüsüdür.

—Ralph Waldo Emerson

I. Bu kitabın başka yerlerinde ortaya konan argümanların çoğu makul ölçüde sağlam temellere dayanmaktadır; fakat bu bölümde, çeşitli varsayımlarda bulunmak ve bu varsayımlardan sonuçlar çıkartmak konusunda biraz serbest davranacağız. Varsayımlarımızın ve çıkardığımız sonuçların, insan toplumunun geleceği hakkında bazı muhtemel sonuçlara ulaşmak için gerekli seviyede doğruluk payına sahip olduğunu düşünüyoruz; ancak düşüncelerimiz ile ilgili rasyonel bir görüş ayrılığının mümkün olduğunu kabul ediyoruz. Buna rağmen iki noktayı kesin olarak vurgulayabiliriz: İlk olarak, varsayımlarımızın ve sonuçlarımızın geniş ölçekli toplumların şimdiye kadar ki gelişimlerine uygulanması makul derecede isabetli sonuçlar vermektedir; ikincisi, modern toplumun gelecekteki gelişmesini anlamak isteyen herhangi bir kişi bu bölümdeki argümanların ortaya koyduğu problemler hakkında dikkatli bir şekilde düşünmek zorundadır.

Burada, karmaşık toplumlarda işleyen doğal seçilim ve rekabet süreçlerine odaklanmamıza rağmen, bizim bakış açımızı (şimdilerde geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş) “Sosyal Darwinizm” adı verilen felsefe ile karıştırmamak önem arz etmektedir. Sosyal Darwinizm, doğal seçilime, toplumların gelişiminde bir faktör olarak dikkat çekmekle yetinmez; “en iyi uyum sağlayanların” hayatta kaldığı rekabette kazananların, aynı zamanda daha iyi, daha arzulanır insanlar olduklarını da var sayar. Kaybedenler ise:

İş yaşamındaki rekabetçi mücadele, hayatta kalanların “en iyiler” olarak nitelendirildiği bir yarışma olarak görülmüştür—sadece iş adamları olarak değil, aynı zamanda medeniyetin kendisinin şampiyonları olarak. Böylece iş adamları, maddi üstünlüklerini moral ve entelektüel bir üstünlüğe dönüştürmüşlerdir. Sosyal Darwinizm, bazılarının güç kazanarak çıktığı ve bazılarının da fakirliğe gömüldüğü rekabetçi süreci meşrulaştıran ve açıklayan bir araç haline gelmiştir.

Bizim buradaki amacımız doğal seçilimin toplumların gelişiminde oynadığı rolü açıklamaktan ibarettir. Güç mücadelesinin kazananları hakkında olumlu bir değer yargısında bulunma amacımız yok.

II. Bu bölüm, kendini-yeniden-üreten-sistemler ile ilgileniyor. Kendini-yeniden-üreten sistem ile kendi hayatta kalışı ve yayılması/gelişmesi yönünde bir eğilime sahip sistemleri kast ediyoruz. Bir sistem kendi kendisini aşağıdaki yollardan birisi ya da ikisi ile birden tekrar üretebilir: Sistem kendi büyüklüğü ve/veya gücünü sınırsız bir şekilde artırabilir ya da kendi niteliklerinden bazılarına sahip yeni sistemlerin doğuşuna sebep olabilir.

Kendini-yeniden-üreten sistemler ile ilgili en açık örnekler biyolojik organizmalardır. Biyolojik organizmaların oluşturduğu gruplar da kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. (Örnek: kurt sürüleri ya da arı kovanları.) Bizim amaçlarımız için özellikle önem arz eden kendini-yeniden-üreten sistemler, insan gruplarından oluşan kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Örneğin uluslar, şirketler, sendikalar, kiliseler ve politik partiler; aynı zamanda düşünce ekolleri, sosyal ağlar ve alt-kültürler gibi, kesin bir çerçeveye sahip olmayan ve resmi bir organizasyondan mahrum olan bazı gruplar da kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Tıpkı kurt sürülerinin ve arı kovanlarının kendi sürülerini ve kovanlarını devam ettirmek ile ilgili bilinçli bir kasıtları olmadan kendini-yeniden-üreten-sistemler olmaları gibi, bir insan grubunun da bu grubu oluşturan bireylerin kasıtlarından bağımsız olarak bir kendini-yeniden-üreten sistem olmaması için bir sebep yoktur.

Eğer A ve B herhangi iki sistem ise (kendini-yeniden-üreten ya da değil) ve A B’nin işleyen bir bileşeni ise A’yı B’nin alt-sistemi olarak tanımlıyoruz ve B’ye A’nın üst-sistemi adını veriyoruz. Örneğin, insanların oluşturduğu avcı-toplayıcı topluluklarda çekirdek aileler klanlara bağlıdır; klanlar ise genellikle kabileler içinde organize olmuşlardır. Çekirdek aile, klan ve kabilenin her birisi kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Çekirdek aile klanın bir alt-sistemi, klan kabilenin bir alt-sistemi; kabile kendisine bağlı olan her klanın üst-sistemi ve her bir klan kendisine bağlı olan her çekirdek ailenin bir üst-sistemidir. Aynı zamanda her bir çekirdek ailenin kabilenin bir alt-sistemi olduğu ve kabilenin, kabileye bağlı olan klana bağlı her çekirdek ailenin üst-sistemi olduğu da doğrudur.

Doğal seçilim prensibi sadece biyolojide geçerli değildir, aynı zamanda kendini-yeniden-üreten sistemlerin bulunduğu her çevrede işlerliktedir. Bu prensibi kabaca şöyle tarif edebiliriz:

Hayatta kalabilmek ve kendilerini yaymak/yeniden-üretmek konusunda en iyi özelliklere sahip kendini-yeniden-üreten sistemler, diğer kendini-yeniden-üreten sistemlere kıyasla hayatta kalmaya ve kendini-yeniden üretmeye daha fazla meyillidirler.

Bu tabii ki, açık bir totolojidir ve bize yeni bir şey söylemez. Fakat, dikkatimizi aksi durumda göz ardı edeceğimiz faktörlere çekmeye yarayabilir.

Şimdi, totoloji olmayan birkaç tespitte bulunacağız. Bu tespitleri kanıtlayamayız, fakat iç güdüsel olarak mantıklıdırlar ve biyolojik organizmalar ve insanlardan müteşekkil organizasyonlarda (resmi ya da gayrı-resmi) temsil edilen kendini-yeniden-üreten sistemlerin gözlemlenebilir davranışları ile tutarlı gözükmektedirler. Kısacası, bu tespitlerin doğru olduğunu ya da mevcut amaçlar bağlamında doğruya ihtiyaç duyulan yakınlıkta olduklarını düşünüyoruz.

Tespit 1. Yeteri kadar zengin olan her çevrede kendini-yeniden-üreten sistemler ortaya çıkacaktır ve doğal seleksiyon, gittikçe daha karmaşık, güç algılanan ve hayatta kalmak ve kendini yaymak için sofistike araçlara sahip kendini-yeniden-üreten sistemlerin evrimleşmesine sebep olacaktır.

Doğal seçilimin, yalnızca, geyiklerin bacaklarını uzatıp daha hızlı koşmalarını sağlamak ya da kutuplarda yaşayan memelilere daha kalın kürkler vererek sıcak kalmalarını sağlamak gibi basit şekillerde çalışmadığını vurgulamak gerekir. Doğal seçilim, insan gözü ve kalbi gibi karmaşık yapıların gelişimine ya da insan bağışıklık sistemi ve sinir sistemi gibi hala tam olarak anlaşılamamış çok daha karmaşık sistemlere yol açabilir. Biz doğal seçilimin, insan gruplarından oluşan kendini-yeniden-üreten sistemlerde de eşit derecede karmaşık ve güç algılanan gelişmelere yol açtığını söylüyoruz.

Doğal seçilim belirli zaman dilimlerine bağlı olarak çalışır. Sıfır Vakti dediğimiz verili bir noktadan başlayalım. Sıfır Vaktinden beş yıl sonra hayatta kalma ihtimali en yüksek olan kendini-yeniden-üreten sistemler (ya da hayatta kalan nesilleri olacak kendini-yeniden-üreten sistemler), sıfır vaktini takip eden bu beş yıllık zaman periyodunda (diğer kendini-yeniden-üreten sistemler ile rekabet içindeyken) hayatta kalmaya ve kendilerini devam ettirmeye en uygun kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Bunların, bu beş yıllık zaman zarfında rekabet olmadığı taktirde, Sıfır Vaktini otuz yıl takip eden zaman diliminde hayatta kalmaya ve kendini devam ettirmeye en uygun olacak kendini-yeniden-üreten sistemler ile aynı sistemler olması zorunlu değildir. Benzer şekilde, Sıfır Vaktini takip eden ilk otuz yıllık zaman dilimindeki rekabette hayatta kalmaya en uygun özelliklere sahip sistemlerin, ilk otuz yılda rekabet olmadığı taktirde, iki yüz yıllık bir zaman diliminde hayatta kalmaya ve kendini devam ettirmeye en uygun olacak sistemlerle aynı olması zorunlu değildir. Ve benzeri.

Örneğin, ormanlık bir bölgede küçük ve birbirine rakip krallıklar bulunduğunu düşünelim. Tarımda kullanmak üzere daha fazla alan açmak için daha fazla ağaç kesen krallıklar daha fazla ekim yapabilecek ve böylece diğer krallıklardan daha büyük bir nüfusu besleyebileceklerdir. Bu durum onlara, rakipleri üzerinde askeri açıdan bir avantaj sağlar. Bir krallığın, uzun vadeli sonuçlarını düşünerek aşırı miktarda ağaç kesmekten kaçınması, bu krallığın kendisini askeri bir dezavantaj konumuna düşürmesine sebep olur ve bu krallık daha güçlü krallıklar tarafından elemine edilir. Böylece bölge, ormanlarını amansız bir şekilde kesen krallıkların egemenliği altına girer. Bu şekilde oluşan ormansızlaşma sonunda ekolojik bir felakete yol açar ve böylece tüm krallıkların çöküşüne sebep olur. Burada kısa vadede hayatta kalmak konusunda bir krallığa avantaj sağlayan, hatta bu anlamda vazgeçilmez olan bir nitelik -düşüncesizce ağaçları kesmek- uzun vadede aynı krallığın sonunu getirir.

Bu örnek, kendini-yeniden-üreten bir sistemin, uzun vadeli hayatta kalma ve kendini devam ettirme ile ilgili endişelere kapılıp öngörü ile hareket ettiği durumlarda kısa vadeli hayatta kalma ve kendini devam ettirme ile ilgili çabalarına bir sınırlama getirdiğini ve böylece bu sistemin, hayatta kalma ve kendini devam ettirme çabalarını yalnızca kısa vadeye odaklanarak sınırsız bir şekilde güden bir sisteme kıyasla kendisini rekabetçi açıdan dezavantajlı bir konuma soktuğunu göstermektedir. Bunun sonucu olarak:

Tespit 2. Kısa vadede doğal seçilim, yaptıklarının uzun vadeli sonuçlarını düşünmeden -ya da bunları çok az düşünerek- kısa vadeli çıkarlarının peşinde koşan kendini-yeniden-üreten sistemleri avantajlı konuma getirmektedir.

Tespit 2’nin bir sonucu olarak:

Tespit 3. Verili bir üst-sistemin kendini-yeniden-üreten alt-sistemleri, bu üst-sisteme ve bu üst-sistemde geçerli olan özel koşullara bağlı olma eğilimindedir.

Bu, üst-sistem ve ona bağlı olan kendini-yeniden-üreten alt-sistemler arasındaki ilişki tarzının, üst-sistemlerin yıkılması ya da üst-sistemde mevcut olan koşulların değişiminde köklü bir hızlanma meydana gelmesi durumunda, alt-sistemlerin hayatta kalamayacağı ve kendini devam ettiremeyeceği bir şekilde gelişmesi anlamına gelmektedir.

Yeterli öngörüye sahip kendini-yeniden-üreten bir sistemin, üst-sistemin olası çöküşü ya da destabilizasyonu durumuna karşı, kendisinin ya da nesillerinin hayatta kalabilmesini sağlayacak gerekli önlemleri alabilmesi gerekir. Fakat, üst-sistem varlığını koruduğu ve az ya da çok istikrarlı kalabildiği müddetçe doğal seçilim, üst-sistemde bulunan fırsatları kendi yararına sonuna kadar kullanan alt-sistemleri kollar ve üst-sistemin olası bir destabilizasyonuna hazırlık yapabilmek için kaynaklarının bir kısmını “boşa harcayan” alt-sistemleri cezalandırır. Bu koşullar altında kendini-yeniden-üreten sistemler, bağlı oldukları herhangi bir üst-sistemin destabilizasyonunda hayatta kalamayacak bir tarzda gelişirler.

Bu bölümdeki diğer tespitler gibi Tespit 3 de belirli bir sağduyu ile uygulanmalıdır. Eğer söz konusu üst-sistem zayıfsa ve çok sıkı bir organizasyona sahip değilse ya da alt-sistemlerinin içinde bulunduğu koşullar üzerinde kısıtlı bir etkiden daha fazlasına sahip değilse, bu durumda alt-sistemler üst-sistemlere sıkı bir şekilde bağlı olmayabilirler. Bazı ortamlardaki (hepsinde değil) avcı-toplayıcılarda çekirdek bir aile, bağlı olduğu klandan bağımsız olarak hayatta kalıp kendini devam ettirebilir. Avcı-toplayıcı kabileler sıkı olmayan bir tarzda örgütlendikleri için, çoğu durumda avcı-toplayıcı bir klanın bağlı bulunduğu kabileden bağımsız olarak hayatta kalması mümkün olabilir. Bir çok sendika, AFL-CIO gibi bir sendikalar konfederasyonun çöküşünde hayatta kalabilir; çünkü böyle bir hadise bu sendikaların çalıştığı koşullarda köklü bir değişikliğe sebep olmaz. Fakat sendikalar, modern sanayi toplumunun çöküşünde hayatta kalamazlar; hatta sendikaların, bildiğimiz tarzdaki faaliyetlerini devam ettirebilmelerini sağlayan yasal ve anayasal çerçevenin çöküşünde dahi hayatta kalmaları mümkün olmaz. Günümüzdeki birçok işletme de, modern endüstriyel toplum olmadan hayatta kalamaz. Evcil koyunlar, insan korumasından mahrum kalırlarsa yırtıcılar tarafından kısa sürede öldürülürler vb.

Bir sistemin hayatta kalmasının ve kendini devam ettirmesinin, sistemin farklı parçalarının birbirleri ile rahatça iletişim kuramadığı ve birbirine yardım edemediği durumlarda etkili bir şekilde organize edilemeyeceği açıktır. Kendini-yeniden-üreten bir sistemin belirli bir coğrafi bölgede verimli bir şekilde faaliyetlerini yürütebilmesi için, bu sistemin, o bölgenin her bir noktasından hızlı bir şekilde bilgi alabilmesi ve herhangi bir noktasında hızlı bir şekilde eyleme geçebilmesi gerekir. Bunun sonucu olarak:

Tespit 4. Ulaşım ve haberleşme ile ilgili problemler, kendini-yeniden-üreten sistemin operasyonlarını yayabileceği coğrafi bölgenin genişliği üzerinde bir sınır dayatır.

İnsan tecrübesi göstermektedir ki:

Tespit 5. Kendini-yeniden-üreten insan gruplarının, operasyonlarını coğrafi bölgeler üzerinde yayması önündeki en önemli ve sürekli engel, mevcut ulaşım ve iletişim olanaklarının dayattığı sınırlardır. Başka bir deyişle, kendini-yeniden-üreten insan gruplarının hepsi, operasyonlarını maksimum genişlikteki bir bölgeye yayma eğilimi göstermezken, doğal seçilim, eldeki ulaşım ve iletişim araçları ile ulaşılabilecek en geniş bölgeye yayılarak faaliyet gösteren bazı kendini-yeniden-üreten insan gruplarını ortaya çıkarma eğilimindedir.

Tespit 4 ve 5’in insan tarihi üzerinde işlediği görülebilir. İlkel klanlar ve kabileler, genelde, kendilerinin olan bölgelere “sahiptirler;” fakat bu alanlar, insan ayağının tek ulaşım aracı olduğu bu tarz toplumlarda bir hayli küçüktür. Buna nazaran, Kuzey Amerika’nın düzlüklerinde yaşayan yerliler gibi, ulaşım aracı olarak birçok ata sahip olan ve bu atların özgürce seyahat edebileceği açık arazilerde yaşayan ilkeller daha büyük bölgeleri ellerinde tutabilirler. Sanayi öncesi medeniyetler geniş topraklara yayılan imparatorluklar kurmuşlardır; fakat bu imparatorluklar, bunlara zaten sahip değillerse, görece olarak hızlı ulaşım ve iletişim araçları geliştirmişlerdir. Bu imparatorluklar belirli bir coğrafi büyüklüğe kadar genişlemiş, daha sonra bu genişlemeleri durmuş ve bir çok örnekte istikrarsız bir hale gelmişlerdir; yani daha küçük politik birimlere bölünme eğilimi göstermişlerdir. Bu hipotezin kesin olarak kanıtlanması çok zor olsa da, bu imparatorlukların, mevcut ulaşım ve iletişim imkanları ile ulaşılabilecek en geniş sınırlara dayandıkları için genişlemelerinin durmuş olması ve istikrarsız hale gelmiş olmaları yüksek bir ihtimaldir.

Günümüzde, Dünya’nın herhangi iki noktası arasında hızlı ulaşım ve neredeyse anlık olduğu söylenebilecek iletişim imkanları bulunmaktadır. Bu sebeple:

Tespit 6. Modern zamanlarda doğal seçilim, operasyonları tüm dünyayı kapsayan kendini-yeniden-üreten insan gruplarını ortaya çıkarma eğilimindedir. Üstelik, gelecekte insan gruplarının yerlerini makineler ya da farklı varlıkların alması durumunda da, doğal seçilim, operasyonları tüm dünyayı kapsayan kendini-yeniden-üreten sistemleri ortaya çıkarma eğiliminde olmaya devam edecektir.

Mevcut tecrübe bu tespiti güçlü bir şekilde doğrulamaktadır: Küresel “süper-güçlere,” uluslararası şirketlere, küresel politik hareketlere, küresel dinlere, küresel suç ağlarına şahit oluyoruz. Tespit 6’nın insanoğluna has özelliklere bağlı olmadığını, fakat kendini-yeniden-üreten sistemlerin genel özelliklerine bağlı olduğunu ve bu tespitin, başka varlıkların insanların yerini alması durumunda dahi geçerliliğini koruyacağını iddia ediyoruz. Hızlı ve dünya çapında ulaşım ve iletişim imkanları bulunduğu sürece, doğal seçilim, operasyonları tüm dünyayı kapsayan kendini-yeniden-üreten sistemleri ortaya çıkarmaya ya da bunları canlı tutmaya devam edecektir.

Bu sistemlere kendini-yeniden-üreten küresel sistemler adını verelim. Dünya çapındaki anlık iletişim, henüz hala yeni bir fenomendir ve kesin sonuçları henüz tam olarak ortaya çıkmamıştır; kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin gelecekte günümüzdekinden daha önemli bir role sahip olacakları beklenebilir.

Tespit 7. Günümüzde olduğu gibi, ulaşım ve iletişim imkanları ile ilgili problemlerin kendini-yeniden-üreten sistemlerin faaliyetlerini gerçekleştirdiği coğrafi bölgeler üzerinde etkili bir sınır oluşturmadığı durumlarda, doğal seçilim, gücün çoğunlukla görece olarak az sayıdaki kendini-yeniden-üreten küresel sistemde yoğunlaştığı bir dünya düzeninin ortaya çıkmasına sebep olur.

İnsani tecrübe bu tespiti de doğrulamaktadır. Fakat bu tespitin neden herhangi bir insani özellikten bağımsız olarak doğru olması gerektiğini görmek kolaydır: Doğal seçilim, kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasında en fazla güce sahip olanlarını kollayacaktır; küresel ya da diğer geniş ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerden daha zayıf olanları saf dışı edileceklerdir ya da boyunduruk altına alınacaklardır. Egemen kendini-yeniden-üreten küresel sistemler tarafından tek tek fark edilmelerini engelleyecek kadar fazla sayıda olan ya da fark edilmelerini güçleştiren özelliklere sahip küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemler az ya da çok ölçüde otonomilerini koruyabilirler; fakat her biri son derece sınırlı bir çevrede etkili olabilecektir. Küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerin oluşturduğu bir koalisyonun kendini-yeniden-üreten küresel sistemlere meydan okuyabileceği söylenebilir. Fakat küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerin dünya çapında etkiye sahip olacak şekilde bir koalisyon oluşturmaları, bu koalisyonun küresel ölçekte bir kendini-yeniden-üreten sistem olması anlamına gelecektir.

Dünyada var olan her şeyi, işlevsel ilişkileri ile birlikte kapsayan bir “dünya-sisteminden” bahsedebiliriz. Dünya-sisteminin, muhtemelen, kendini-yeniden-üreten bir sistem olarak değerlendirilmemesi gerekir; ancak öyle olup olmadığı mevcut amaçlarımızın dışındadır.

Özetlemek gerekirse: Dünya-sistemi, görece az sayıdaki olağanüstü güçlü kendini-yeniden-üreten küresel sistemin egemen olacağı bir duruma doğru yaklaşmaktadır. Bu küresel sistemler güç için rekabet edeceklerdir -hayatta kalabilmek için yapmak zorunda oldukları gibi- ve güç için yapılacak bu rekabet, uzun-vadeli sonuçlar dikkate alınmaksızın, kısa vadede yapılacaktır (Tespit 2). Bu koşullar altında, mantığımız bize söylemektedir ki, kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasındaki bu amansız rekabet dünya-sistemini parçalayıp atacaktır.

Bu mantıksal çıkarsamayı daha açık bir şekilde formüle etmeye çalışalım. Yeryüzünde geçerli olan koşullar yüz milyonlarca yıl boyunca belirli bir istikrara sahip olmuşlardır; yani Dünya üzerindeki koşullar belirli bir oranda değişken olmalarına rağmen balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gibi karmaşık yaşam formlarının evrimleşmesine izin verecek sınırlar içerisinde kalmışlardır. Yakın gelecekte, kendini-yeniden-üreten insan grupları ve bunlardan türeyen saf makine-temelli sistemler de dahil olmak üzere bu gezegendeki tüm kendini-yeniden-üreten sistemler, bu koşulların belirli sınırlar içerisinde kaldığı ya da bu sınırların en fazla az biraz genişlediği koşullarda evrimleşmiş olacaklardır. Tespit 3 gereğince, Dünya üzerindeki kendini-yeniden-üreten sistemlerin hayatta kalabilmeleri, bu koşulların bu sınırlar içerisinde kalmaya devam etmesine bağlı olacaktır. Kendini-yeniden-üreten geniş ölçekli insan grupları ve saf makine-tabanlı kendini-yeniden-üreten sistemler, aynı zamanda, dünya-sisteminin organizasyonun şekillendiği yakın dönemde ortaya çıkan koşullara da bağımlı olacaklardır; örneğin ekonomik ilişkiler ile alakalı koşullar gibi. Bu koşulların değişme hızının belirli sınırlar içinde kalması gerekir, aksi halde kendini-yeniden-üreten sistemler hayatta kalamaz.

Bu, gelecekte koşulların ya da bu koşulların değişme hızının, bu sınırların bazısının biraz dışına çıkması durumunda, dünya üzerindeki tüm kendini-yeniden-üreten sistemlerin ölecekleri anlamına gelmez. Fakat koşullar, sınırların yeteri kadar ötesine giderse pek çok kendini-yeniden-üreten sistem ölecektir ve koşulların sınırların epey ötesine savrulduğu bir durumda, kesinliğe yakın bir olasılıkla, dünya üzerindeki kendini-yeniden-üreten karmaşık sistemler yeni bir nesil bırakamadan yok olacaklardır.

Modern teknolojinin devasa gücü ile donanmış ve uzun vadeli sonuçların neler olabileceği ile ilgili endişelere aldırmadan anlık güç için rekabet halinde bulunan kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin varlığında, bu gezegendeki koşulların, Dünya üzerindeki karmaşık biyolojik organizmalar da dahil olmak üzere kendini-yeniden-üreten karmaşık sistemlerin hayatta kalma şanslarının sıfıra yaklaşacağı bir şekilde daha önceki sınırların ötesine itileceği ve böylece gelişigüzel bir şekilde savrulacağı kesinliğe yakın bir şekilde iddia edilebilir.

Burada hayati öneme sahip yeni faktörün, kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin ortaya çıkmasını sağlayan hızlı, dünya çapında ulaşım ve iletişim imkanlarının mevcudiyeti olduğuna dikkat edin. Bu durumun dünya-sisteminde radikal bir bozulmaya sebep olacağını görmenin başka bir yolu daha vardır. Endüstriyel kazaları çalışanlar, felaket boyutlarında bir kaza yaşanmasının takip eden koşullar altında çok yüksek bir ihtimal olduğunu fark etmişlerdir: (i) Sistem çok karmaşık bir yapıya sahip olduğunda (yani küçük arızaların tahmin edilemeyen sonuçlara yol açabileceği durumlarda) ve (ii) sistemin parçalarının sıkıca iç içe geçtiği durumlarda (yani sistemin belirli bir noktasında çıkan bir arızanın hızlıca diğer noktalara yayılmasını mümkün kılan durumlar). Dünya-sistemi uzun zamandır yüksek derecede karmaşık bir yapıdadır. Şu anda yeni olan durum, dünya-sisteminin aynı zamanda sıkı derecede iç içe geçmiş olmasıdır. Bu, dünya-sistemindeki bir arızanın, sistemin içerisindeki diğer parçalara hızla yayılmasını olanaklı hale getiren hızlı ve dünya çapındaki ulaşım ve iletişim imkanlarının mevcudiyetinin bir sonucudur. Teknoloji geliştikçe ve küreselleşme yayıldıkça, dünya-sistemi daha karmaşık ve parçalarının birbirleri ile daha sıkı bağlı olduğu bir hale gelmektedir; bu sebeple katastrofik bir çöküşün er ya da geç gerçekleşmesi beklenmelidir.

Kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasındaki rekabetin kaçınılmaz olmadığı iddia edilebilir: Kendini-yeniden-üreten tek bir küresel sistem tüm rakiplerini alt edebilir ve böylece dünyaya tek başına hakim olabilir; ya da, kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin sayısı az olacağı için, tehlikeli ve yıkıcı bir rekabetten kaçınmak üzere kendi aralarında bir anlaşmaya varmaları mümkün olabilir. Ancak böyle bir anlaşmadan bahsetmek kolay olsa da, gerçekte böyle bir anlaşmaya varılması ve bunun uygulanması son derece zordur. Günümüzde olanlara bakın: Dünyanın önde gelen güçleri, savaşı veya nükleer silahları ortadan kaldırmayı ya da karbondioksit salınımlarını sınırlandırma konusunda bir konsensüse varmayı başaramıyorlar.

Fakat yine de iyimser olalım ve dünyanın, rakiplerine galebe çalmış tek, birleşmiş bir kendini-yeniden-üreten sistemin, ya da aralarındaki tüm yıkıcı rekabetleri bir antlaşma ile ortadan kaldırmış birkaç kendini-yeniden-üreten sistemin birleşmesinden oluşan bir koalisyonun yönetimi altına girdiğini varsayalım. Sonuçta oluşan “dünya-barışı” üç ayrı sebeple istikrarsız olacaktır.

İlk olarak, dünya-sistemi yüksek derecede karmaşık ve iç içe geçmiş olmaya devam edecektir. Bu meseleleri çalışanlar, endüstriyel sistemlerin tasarımında “ayrıştırma” (decoupling) adı verilen güvenlik önlemlerini önermektedirler; bunlar, sistemin bir bölümünde oluşan bir hatanın diğer bölümlere yayılmasını engelleyen bariyerlerdir. Bu önlemler, en azından teorik olarak, kimyasal bir fabrika, nükleer güç santrali ya da bankacılık sistemi gibi, dünya-sisteminin görece olarak sınırlı alt-sistemleri nezdinde işe yarayabilirler. Fakat Perrow, bu sınırlı sistemlerin dahi, bireysel sistemler bünyesindeki arıza risklerini minimize edecek tutarlılıkta yeniden tasarlanması konusunda iyimser değildir. Bir bütün olarak ele alındığında, dünya-sisteminin gittikçe daha fazla karmaşıklaştığını ve iç içe geçtiğini vurgulamıştık. Bu süreci tersine çevirmek ve dünya-sistemini “ayrıştırmak,” dünya çapındaki ekonomik ve politik gelişmeleri yönetecek ayrıntılı bir planın tasarlanmasını, uygulanmasını ve sürdürülmesini gerektirecektir. Bu kitabın Birinci Bölüm’ünde detaylı bir şekilde anlatılan sebepler nedeniyle, böyle bir planın başarılı bir şekilde uygulanması imkansızdır.

İkinci olarak, “dünya-barışının” gelmesinden önce, kendini-yeniden-üreten (üst-sistem) küresel bir sistemin kendini-yeniden-üreten alt-sistemleri, üst-sistemlerine yönelik yakın dışsal tehditlere ve tehlikelere karşı birleşmiş bir cephede karşı durmak ve böylece kendi hayatta kalma ve yayılma şanslarını artırmak adına aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakacak ya da en azından bu ihtilafları daha düşük bir seviyeye indireceklerdir. (Çünkü bağlı bulundukları üst-sisteme yönelik bu tehlikeler ve tehditler aynı zamanda kendilerine de yöneliktir.) Gerçekte, kendi bünyesindeki en güçlü kendini-yeniden-üreten alt-sistemlerin aralarındaki rekabete bir sınır çekmeyen üst-sistem, hiçbir zaman küresel bir kendini-yeniden-üreten sistem haline gelemeyecektir.

Fakat, kendini-yeniden-üreten küresel bir sistemin rakiplerini diskalifiye etmesi ya da diğer kendini-yeniden-üreten sistemler ile aralarındaki tehlikeli rekabeti sonlandıracak bir anlaşmaya varması durumunda, kendini-yeniden-üreten küresel sistemin alt-sistemleri arasındaki ihtilafları azaltacak ve ittifak yapmaları yönünde onları motive edecek yakın bir dışsal tehdit kalmayacaktır. Tespit 2 uyarınca -kendini-yeniden-üreten sistemlerin, uzun-vadeli sonuçlarına aldırmadan rekabetlerini sürdürdürdüğünü bize söyler- söz konusu kendini-yeniden-üreten küresel sistemin en güçlü alt-sistemleri arasındaki sınırsız ve dolayısı ile yıkıcı rekabet yeniden başlayacaktır.

Benjamin Franklin, “dünyadaki önemli olayların, savaşların, devrimlerin vb. muhtelif gruplar tarafından harekete geçirilip gerçekleştirildiğini” söylemiştir. Franklin’e göre her bir “grup” kendi kolektif avantajının peşinden gider; fakat “bir grup genel amacına ulaştığı zaman” -ve böylece dışsal bir rakip ile yakın bir çatışma durumundan çıktığında- “grup içindeki her bir üye kendi özel çıkarı ile ilgilenmeye başlar, bu diğerlerini de etkiler ve grup içinde bölünmeler ve dolayısı ile karışıklıklar ortaya çıkar.”

Tarih, büyük insan gruplarını bir arada tutan yakın dışsal tehlikeler ortadan kalktığı zaman, bu grupların, uzun vadeli sonuçlarına aldırmadan kendi aralarında rekabet etmeye başlayan hiziplere ayrıldığını göstermektedir. Bizim burada iddia ettiğimiz şey, bu eğilimin yalnızca insan gruplarının bir özelliği olmadığı, doğal seçilimin etkisi ile evrimleşen tüm kendini-yeniden-üreten sistemlerin genel bir özelliği olduğudur. Bu sebeple bu eğilim, insanoğluna has bir karakter bozukluğundan bağımsızdır ve insanoğlu, sahip olduğu iddia edilen kusurlarından “arındırılsa” ya da (birçok teknoperverin öngördüğü gibi) yerlerine akıllı makineler geçse dahi, bu eğilim varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Üçüncü olarak, küresel kendini-yeniden-üreten sistemin en güçlü alt-sistemlerinin, bağlı bulundukları üst-sisteme yönelik tehditler ortadan kalktığında yıkıcı bir rekabete girmeyeceklerini varsayalım. Bu durumda dahi bahsettiğimiz “dünya-barışının” istikrarsız olmasına neden olacak başka sebepler bulunmaktadır.

Tespit 1 uyarınca, “barışçıl” dünya-sisteminde yeni kendini-yeniden-üreten sistemler ortaya çıkacak ve doğal seçilimin etkisi ile, egemen kendini-yeniden-üreten küresel sistemler tarafından tespit edilmemek için -ya da tespit edilmeleri halinde ortadan kaldırılmamak için- gittikçe daha ince ve sofistike yöntemler geliştireceklerdir. Kendini-yeniden-üreten küresel sistemleri ilk başta ortaya çıkaran aynı süreç ile, gittikçe daha fazla güce sahip yeni kendini-yeniden-üreten sistemler ortaya çıkacak ve sonunda bunların bazıları, mevcutta bulunan egemen küresel kendini-yeniden-üreten sistemlere meydan okuyabilecek güce erişecektir ve böylece küresel düzeydeki yıkıcı rekabet devam edecektir.

Açık olabilmek adına süreci basitleştirilmiş bir şekilde tasvir ettik; tehlikeli rekabetin bulunmadığı bir dünya-sisteminin ilk başta ortaya çıkacağını ve bu ortamın, sonradan ortaya çıkan kendini-yeniden-üreten sistemler tarafından bozulacağını varsaydık. Fakat mevcut kendini-yeniden-üreten küresel sistemlere meydan okuyacak yeni kendini-yeniden-üreten sistemlerin sürekli olarak ortaya çıkmaya devam etmesi ve bu durumun, varsayılan “dünya-barışının” ilk başta ortaya çıkmasını engellemesi daha olasıdır. Ki bunun gerçekleştiğine bizzat şahit oluyoruz. Bu (görece) yeni kendini-yeniden-üreten sistemlerin en açık örnekleri, terörist ağlar ve hacker grupları ya da herhangi bir politik motivasyonu olmayan ve yasalara ve düzene doğrudan meydan okuyan suç örgütleridir. Uyuşturucu kartelleri Meksika’daki siyasal hayatın normal akışını bozmuşlardır; teröristler 11 Eylül 2011 saldırıları ile aynı şeyi ABD’de yapmışlardır ve Irak gibi ülkelerde çok daha ağır bir şekilde yapmaya devam etmektedirler. Kendini-yeniden-üreten sistemlerden hukukun tamamı ile dışında bulunanlar, uyuşturucu kartellerinin Kenya’da çok yaklaştıkları gibi, önemli ulusların kontrolünü ele geçirme potansiyeline dahi sahiplerdir. Siyasi “makinelerin” suç örgütleri olarak sınıflandırılması zorunlu değildir; ancak bu tip örgütler, genelde, az ya da çok yolsuzluğa ve yasa dışı faaliyetlere bulaşmışlardır ve “meşru” hükumet yapılarına meydan okuyup onları ele geçirirler.

Yeni doğmakta olan kendini-yeniden-üreten sistemlerin muhtemelen günümüzde ve yakın gelecekte daha önemli olacak olanları, faaliyetlerini tamamı ile yasal metotlar ile sınırlandıran ya da amaçlarına ulaşmak için kullandıkları yasa dışı metotları minimum ile sınırlı tutan ve bu metotları, geniş kabul görmüş “demokrasi,” “sosyal adalet,” “refah,” “ahlak” ve dini prensiplerin gerçekleşmesi için gerekli olduğu iddiası ile meşrulaştıran kendini-yeniden-üreten sistemler olacaktır. İsrail’de aşırı-ortodoks sekt -tamamı ile legaldir- şaşırtıcı bir şekilde güçlenerek, şimdiye kadar seküler kalabilmiş devletin amaçlarını ve değerlerini ciddi bir şekilde tehdit eder hale gelmiştir. Bugün bildiğimiz şekliyle büyük şirketler, görece olarak yeni (ve tamamı ile legal) gelişmelerdir; bu organizasyonların Amerika’daki geçmişleri ancak 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gitmektedir. Sürekli olarak yeni şirketler kurulmakta ve bazıları eskilere meydan okuyacak kadar güçlenmektedir. Son yıllarda birçok şirket uluslararası bir hal almış ve güçleri ulus devletler ile rekabet edecek noktaya ulaşmıştır.

Bir devletin kendi amaçları için kurduğu ve ona bağlı olan bir sistem, o devletten bağımsız olarak kendi çıkarlarını gözeten bir kendini-yeniden-üreten sisteme dönüşebilir ve hatta o devlet üzerinde egemenlik kurabilir. Örneğin bürokrasiler, kamusal sorumluluklarını gerçekleştirmekten çok, kendi güçleri ve güvenlikleri ile ilgilenirler. “Her bürokrasi, kendini korumak, asalak bir şekilde kendini şişmanlatmak eğilimi gösterir. Aynı zamanda, devletlerin üzerindeki kontrolünü kaybettiği, otonom, kendi çıkarlarını savunan bir güce dönüşme eğilimleri de vardır.” Bir ulusun askeri yapılanması, genellikle ciddi bir otonomi elde eder ve ülkedeki egemen siyasi güç olarak hükumetin yerine geçer. Günümüzde, açıktan yapılan bir askeri darbenin geçmişe nazaran daha az popüler olduğu gözükmektedir; bu sebeple, politik olarak daha rafine generaller, sivil bir hükumetin iş başında olduğu görüntüsünü koruyarak, iktidarı perde arkasında ellerinde tutmayı tercih etmektedirler. Generaller, açıktan müdahale etme gereği duyduklarında, “demokrasi” ya da benzer bir ideal uğruna hareket ettiklerini iddia ederler. Bu tarz bir askeri hakimiyet günümüzde Mısır ve Pakistan gibi ülkelerde görülmektedir.

ABD’de son yıllarda ortaya çıkan, rekabet halinde bulunan ve tamamı ile yasal olan iki kendini-yeniden-üreten sistem, politik doğrulukçu sol ve dogmatik sağdır. (Bunların, Amerika’da eski zamanlarda var olan liberaller ve muhafazakarlar ile karıştırılmaması gerekir.) Bu kitap, bu iki gücün mücadelesinin sonuçları hakkında spekülasyon yapılacak yer değildir; şunu söylemek yeterli olacaktır: Aralarındaki rekabet uzun vadede, barışçıl bir dünya düzeninin tesisine El Kaide’nin tüm bombalarından ya da Meksika’nın uyuşturucu kartellerinin cinayetlerinden çok daha büyük bir engel teşkil edebilir.

Acı gerçekler ile yüzleşmeyi zor bulan insanlar, yıkıcı rekabete sebep olan süreçlerin oluşmayacağı bir dünya-sisteminin tasarlanmasının ve inşa edilmesinin bir yolunu umarlar. Fakat Birinci Bölüm’de, böyle bir projenin pratikte neden başarılı bir şekilde uygulanamayacağını açıklamıştık. Şöyle bir itiraz getirilebilir: Memeli bir hayvan da (ya da herhangi bir karmaşık biyolojik organizma da) kendini-yeniden-üreten milyonlarca sistemden, yani bu organizmanın bedenini oluşturan hücrelerden müteşekkil bir kendini-yeniden-üreten sistemdir. Buna rağmen (hayvanın kanser olduğu durumlar haricinde) hayvanı oluşturan hücreler ya da hücre grupları arasında yıkıcı bir mücadele ortaya çıkmamaktadır. Tam aksine hücreler, sadık bir biçimde, bir bütün olarak hayvanın çıkarlarına hizmet etmektedirler. Üstelik, hücrelerin sadık bir şekilde görevlerini yerine getirmeleri için hayvanın dışsal bir tehdit ile karşılaşmasına gerek yoktur. Benzer şekilde, dünya-sisteminin de bir memelinin bedeni kadar iyi organize edilmemesi ve böylece kendini-yeniden-üreten alt-sistemleri arasında yıkıcı bir rekabetin doğmaması için hiç bir sebep yoktur.

Fakat bir memelinin vücudu milyonlarca yıllık evrimin bir ürünüdür. Bu, milyonlarca ardışık deneyi içeren bir deneme-yanılma sürecidir. Bir neslin ömrünü ifade eden süreyi A olarak adlandıralım; kendilerinden sonraki ikinci bir neslin ortaya çıkmasına katkı sağlayan birinci neslin üyeleri, yalnızca, A zamanındaki eleme sürecinden geçebilmiş üyelerdir. Üçüncü nesle kendini aktarmayı başaran soy ağaçları, yalnızca, 2A zaman aralığındaki eleme sürecinden geçebilmiş olanlardır. Dördüncü nesle kendini aktarmayı başaran soy ağaçları, yalnızca, 3A zaman aralığındaki eleme sürecinden geçebilmiş olanlardır vb. N’inci nesle kendini aktaran soy ağaçları, yalnızca, (n-1) A zaman aralığındaki ve aynı zamanda bundan daha kısa olan her bir zaman aralıklarındaki eleme süreçlerinden geçebilmiş olanlardır. Bu açıklama çok basitleştirilmiş olsa da, günümüze kadar hayatta kalabilmek adına organizmaların soy ağaçlarının eleme sürecini kısa, orta ve uzun olmak üzere tüm zaman aralıklarında ve milyonlarca kez geçmek zorunda olduklarını göstermektedir.

Başka bir deyişle, soy ağacının, çok değişken zaman aralıkları boyunca, sadece “en uygunların” (Darwinci anlamda) geçmesine izin veren milyonlarca filtreden geçmesi gerekmektedir. Memeli bir hayvanın bedeni ancak bu sürecin bir sonucu olarak kısa, orta ve uzun vadede hayatta kalmasını sağlayan muazzam derecede karmaşık ve ince mekanizmalar ile birlikte evrimleşebilmiştir. Bu mekanizmalara, hayvanın bünyesindeki hücrelerin ya da hücre gruplarının kendi aralarında yıkıcı bir mücadeleye girmesini engelleyenler de dahildir.

Diğer bir önemli nokta, biyolojik bir organizmanın her bir neslinde yer alan bireylerin yüksek sayısıdır. Yok olmanın eşiğine gelmiş bir türün sayısı, belirli bir zaman için birkaç bin kişiye düşmüş olabilir; fakat herhangi bir memeli tür, çok hücreli bir organizma olarak ortaya çıktığı ilk andan itibaren evrimsel tarihinin neredeyse tamamı boyunca, her nesilde aralarındaki “en iyilerin” seçildiği milyonlarca bireye sahip olmuştur.

Ancak kendini-yeniden-üreten sistemler küresel bir boyuta ulaştığında iki temel farklılık ortaya çıkmaktadır. İlk farklılık, aralarından “en iyilerin” seçilebileceği bireylerin sayısıdır. Küresel egemenlik yarışına katılabilecek büyüklükteki ve güçteki kendini-yeniden-üreten sistemlerin sayısı düzinelerce ya da muhtemelen yüzlerce olacaktır, ancak bunların sayısının milyonlarca olmayacağı kesindir. Aralarından “en iyilerin” seçilebileceği bu kadar az sayıda bireyin olması, doğal seçilimin, egemen kendini-yeniden-üreten sistemleri hayatta kalmak için en iyi özellikleri edinecekleri efektif bir seçme sürecine tabi tutmasını kısıtlamaktadır. Biyolojik organizmalar arasında da, görece olarak az sayıdaki büyük bireylerin oluşturduğu türlerin, çok sayıda küçük bireylerden oluşan türlere göre yok olmaya daha meyilli oldukları vurgulanmalıdır. Biyolojik organizmalar ve insanlardan oluşan kendini-yeniden-üreten sistemler arasındaki analoji mükemmel olmaktan uzak olsa da, birkaç kendini-yeniden-üreten küresel sistemin egemen olduğu bir dünya-sisteminin dayanıklılığı pek iç açıcı değildir.

İkinci bir farklılık ise, dünya çapında hızlı ulaşım ve iletişim imkanlarının yokluğunda, küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerin yıkıcı faaliyetlerinin ya da arızalarının sadece yerel ölçekli etkilere sahip olmasıdır. Bu tarz bir kendini-yeniden-üreten sistemin aktif olacağı sınırlı alanın dışında, doğal seçilimin yönettiği evrim sürecinden geçmekte olan başka kendini-yeniden-üreten sistemler bulunacaktır. Fakat dünya çapında hızlı ulaşım ve iletişim imkanlarının kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin oluşmasına sebep olduğu durumlarda, böyle bir sistemin yıkıcı faaliyetleri ya da çöküşü tüm dünya-sistemini sarsabilecektir. Sonuç olarak, doğal seçilim yolu ile evrimi oluşturan deneme yanılma süreçleri sırasında “hata” ile sonuçlanan görece olarak az sayıdaki “deneme” dünya-sistemini çökertecek ya da dünya-sisteminin, daha büyük ve karmaşık kendini-yeniden-üreten sistemlerin hiçbirisinin hayatta kalamayacağı tarzda zarar görmesine sebep olacaktır. Böylece, bu tarz kendini-yeniden-üreten sistemler için deneme-yanılma süreci sona ermiş olacaktır; doğal seçilim yolu ile işleyen evrim süreci, kompleks biyolojik organizmalar bünyesinde yıkıcı rekabeti engelleyen karmaşık ve ince mekanizmalara sahip kendini-yeniden-üreten küresel sistemleri üretmek için gerekli uzun zaman dilimine sahip olamayacaktır.

Bu arada, kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasındaki amansız rekabet Dünyanın ikliminde, atmosferin bileşiminde, okyanusların kimyasında ve benzerlerinde öylesine köklü ve ani değişimlere sebep olacaktır ki, bunların biyosfer üzerindeki etkileri yıkıcı olacaktır. Mevcut bölümün IV. Kısmı’nda bu temayı daha detaylı olarak işleyeceğiz: Teknolojik dünya-sisteminin gelişiminin mantıksal sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde, yüksek bir olasılıkla, Dünya ölü bir gezegen haline gelecektir—yalnızca, olağanüstü koşullarda hayatta kalma becerisine sahip en basit organizmaların -bazı bakteriler, algler vb.- hayatta kaldığı bir gezegen.

Burada bahsedilen teori Fermi Paradoksu’na mantıklı bir açıklama sunmaktadır. Radyo dalgaları yayabilecek kapasitede bir teknolojik gelişme evresine ulaşmış medeniyetlerin evrimleştiği ve bu radyo dalgalarının bize ulaşacağı kadar yakınımızda bulunan çok sayıda gezegenin var olması gerektiğine inanılmaktadır. Fermi Paradoksu; astronomların, zeki bir dünya dışı kaynaktan gelen hiçbir radyo sinyalini şu ana kadar tespit edememiş olmalarını ifade etmektedir.

Ray Kurzweil’e göre Fermi Paradoksu’nun olası bir açıklaması şu olabilir: “Radyo kabiliyeti seviyesine gelen bir medeniyet kendi kendisini yok etmektedir.” Kurzweil şöyle devam ediyor: “Sadece birkaç medeniyetten bahsediyor olsaydık bu açıklama kabul edilebilirdi. Fakat [bu tipteki medeniyetler çok sayıda ise] her birinin kendini yok etmiş olması çok inandırıcı değildir.” Eğer bir medeniyetin kendi kendini yok etmesi sadece bir şans meselesi olsaydı Kurzweil haklı olabilirdi. Teknolojik açıdan gelişmiş her bir medeniyeti, istikrarlı bir şekilde kendi kendisini yok etmeye götüren bir süreç söz konusu ise Fermi Paradoksunun yukarıdaki açıklamasının doğru olmaması için hiçbir sebep yoktur. Biz böyle bir sürecin olduğunu iddia ediyoruz.

III. Kendini-yeniden-üreten sistemler ile ilgili tartışmamız, çevremizde somut olarak şahit olduğumuz olayları genel ve soyut terimler ile ifade etmektedir. Organizasyonlar, hareketler, ideolojiler amansız bir güç mücadelesi içerisindedirler. Başarılı bir şekilde mücadele edemeyenler saf dışı edilmekte ya da boyun eğmeleri sağlanmaktadır. Mücadele neredeyse tamamı ile kısa vadeli güç içindir; mücadelenin içindekiler, insan ırkı ya da biyosferin refahını geçelim, kendi uzun vadeli hayatta kalma şanslarına dahi çok az önem atfetmektedirler. Bu sebeple, nükleer silahlar yasaklanamamış, karbondioksit salınımı güvenli bir seviyeye çekilememiştir; Dünyanın kaynakları tamamı ile sorumsuz bir şekilde sömürülmeye devam etmektedir ve güçlü fakat tehlikeli teknolojilerin geliştirilmesine herhangi bir engel getirilmemiştir. Burada yaptığımız gibi, süreci genel ve soyut terimler ile ifade etmekteki amaç, dünyamızın başına gelenin bir kaza olmadığını göstermektir; bu gelişmelerin sebebi belirli tarihsel koşulların gelişigüzel bir şekilde bir araya gelmesi ya da insanoğluna özgü bir karakter bozukluğu değildir. Kendini-yeniden-üreten sistemlerin genel doğası düşünüldüğünde, günümüzde şahit olduğumuz yıkıcı süreç iki faktörün kombinasyonu ile kaçınılmaz hale gelmiştir: Modern teknolojinin muazzam gücü ve dünyanın herhangi iki noktası arasındaki hızlı ulaşım ve iletişim imkanları.

Bu gerçeğin fark edilmesi, mevcut problemlerimizin çözümüne yönelik naif uğraşlar ile vakit kaybedilmesini önleyebilir. Örneğin, insanları enerji ya da kaynak tasarrufuna sevk etmeye çalışan çabalar gibi. Bu çabaların hiçbir şeye faydası yoktur.

Enerji tasarrufunu salık verenlerin bunun neyle sonuçlandığını fark etmemeleri inanılmazdır: Tasarruf sonucu belirli miktar enerji serbest hale geldiğinde, bu enerji teknolojik dünya-sistemi tarafından anında yutulmakta ve sistem her defasında daha fazlasını talep etmektedir. Ne kadar fazla enerji üretilirse üretilsin, sistem çabucak mevcut enerjinin tümünü tüketecek tarzda genişlemekte ve sonrasında daha fazlasını talep etmektedir. Aynısı diğer kaynaklar için de geçerlidir. Teknolojik dünya-sistemi, kaçınılmaz olarak, kaynakların yetersizliğinin dayattığı sınırlara kadar genişlemekte ve sonuçlarına aldırmaksızın bu sınırların ötesine geçmeye çalışmaktadır.

Kendini-yeniden-üreten sistemler teorisi bu duruma bir açıklama getirmektedir: Çevreye duydukları saygının, şimdi ve burada güç peşinde koşmalarını kısıtlamasına en az izin veren organizasyonlar (ya da diğer kendini-yeniden-üreten sistemler), bundan 50 yıl hatta 10 yıl sonra çevrenin başına geleceklerden endişe eden ve bu yüzden güç peşindeki çabalarını sınırlayan organizasyonlara kıyasla daha fazla güç biriktirme eğiliminde olmaktadırlar (Tespit 2). Doğal seçilimin yönlendirdiği bu süreçle, dünya, uzun vadeli sonuçlarına aldırmadan kendi güçlerini artırmak için mevcut olan tüm kaynakları mümkün olan maksimum düzeyde kullanan organizasyonların hakimiyetine girmektedir.

Çevreci iyi niyetliler şöyle bir itiraz getirebilirler: Kamuoyu çevre problemlerini ciddiye alacak şekilde ikna edilirse yurttaşlar çevreye zarar veren organizasyonlara direniş gösterecektir ve böylece bir organizasyonun çevreyi tahrip etmesi onun doğal seçilim sürecinde dezavantajlı hale gelmesine sebep olacaktır. Mesela insanlar, çevreyi tahrip eden firmaların ürünlerini satın almayı reddedebilirler. Fakat insan davranışları ve tavırları maniple edilebilir. Çevreye olan zarar, belirli bir noktaya kadar, kamuoyundan gizlenebilir; halkla ilişkiler firmalarının yardımı ile, bir şirket, çevre konusunda duyarlı olduğuna insanları ikna edebilir; reklamcılık ve pazarlama teknikleri, bir şirketin ürünlerine sahip olma konusunda öylesine güçlü bir arzu yaratabilir ki, çok az kişi bu ürünleri çevre duyarlılıkları sebebi ile satın almayı reddedebilir; bilgisayar oyunları, elektronik sosyal ağlar ve diğer kaçış teknikleri kullanılarak insanlar, çevre problemleri ile ilgilenemeyecekleri bir şekilde hedonist faaliyetler içerisinde hipnotize edilebilirler. Daha da önemlisi, insanlar, şirketler tarafından sağlanan hizmetlere ve ürünlere tamamı ile bağlı olduklarını hissettikleri bir duruma getirilmişlerdir. İnsanlar, muhtaç oldukları ya da muhtaç olduklarını hissettikleri hizmetleri ve ürünleri alabilmek için para kazanmak ve çalışmak zorundadırlar; bu sebeple, bir işe sahip olmak ihtiyacı içerisindedirler. Ekonomik gelişme istihdam yaratılması için zorunludur; dolayısı ile çevresel zarar, ekonomik gelişme için ödenmesi gereken zorunlu bir bedel olarak gösterildiğinde insanlar bunu kabul etmektedirler. Milliyetçilik de şirketler ve hükümetler tarafından oyuna dahil edilir. Yurttaşlar dışarıdaki güçlerin onları tehdit ettiğine inandırılırlar: “Ekonomik büyümemizi artırmazsak Çinliler bizi geçecekler. Teknolojimizi ve silahlarımızı hızlı bir şekilde geliştirmezsek El Kaide bizi havaya uçuracak.”

Bunlar şirketlerin, çevrecilerin kamuoyunda bilinç oluşturma çabalarına karşı kullandıkları araçlardan bazılarıdır; benzer araçlar, organizasyonların güç arayışlarına gösterilen diğer direnişleri etkisiz kılmakta kullanılabilir. Güç arayışlarına yönelik kamuoyu direnişini etkisiz hale getirmekte en fazla başarılı olan organizasyonlar bu konuda daha az başarılı olanlara göre güçlerini daha fazla artırırlar. Böylece, doğal seçilim yolu ile, çevreye verdikleri zarar ne kadar büyük olursa olsun güç arayışlarına yönelik direnişi etkisiz hale getirmekte daha karmaşık ve etkili yollar geliştiren organizasyonlar ortaya çıkar. Bu organizasyonların emrinde muazzam bir servet olduğu için, çevrecilerin bu organizasyonlar ile propaganda savaşında rekabet edebilecek kaynakları yoktur.

İnsanlara çevre sorumluluğu aşılamak konusundaki çabaların, çevrenin tahrip edilmesini yavaşlatmakta çok az başarılı olabilmesinin sebebi ya da bu sebebin en önemli parçası budur. Ve -bu noktaya dikkat edin- bahsettiğimiz süreç şans eseri bir araya gelmiş koşullardan ya da insan karakterindeki bir eksiklikten yine bağımsızdır. Gelişmiş teknolojinin varlığında, bu süreç, doğal seçilimin kendini-yeniden-üreten sistemler üzerindeki etkisine kaçınılmaz olarak eşlik etmektedir.

IV. Dünyanın biyolojik geçmişi hakkında bilgi sahibi olan ve teknolojik sistemin gezegenimize yaptıklarını gören insanlar, şu anda yaşanmakta olan bir “altıncı yok oluştan” bahsetmektedirler. Görünüşe göre, Kretase döneminin sonunda yaşanan ve dinozorların yok olduğu süreç benzeri bir olayı düşünmektedirler. Bir çok karmaşık organizmanın hayatta kalacağını ve tıpkı dinozorların yerini memelilerin alması gibi, yok olan türlerin yerini diğer karmaşık organizmaların alacağını varsaymaktadırlar. Biz bu (görece) iyimser varsayımın geçerli olmadığını, çünkü şu anda başlamış olan yok oluş sürecinin daha önce bu gezegende yaşanmış kitlesel yok oluş süreçlerinden köklü bir şekilde farklı olduğunu iddia ediyoruz.

Bilindiği kadarı ile, daha önceki kitlesel yok oluş süreçleri bir büyük bozucu faktörün etkisi ile ya da en fazla iki ya da aç benzer faktörün etkisi ile gerçekleşmişlerdir. Mesela dinozorların, devasa toz bulutları kaldıran bir asteroit çarpması sonucu yok olduğuna inanılmaktadır. Bu durum, güneş ışınlarını engellemiş; gezegenin soğumasına sebep olmuş ve fotosenteze müdahale etmiştir. Bu şartlar altında memeliler, muhtemelen, dinozorlara nazaran daha kolay hayatta kalmışlardır. Bazı paleontologlar, kimi dinozor türlerinin, asteroit çarpmasından sonra bir milyon yıl gibi uzun bir süre hayatta kaldıklarını, bu sebeple Kretase sonunda yaşanan yok oluşun yalnızca bir asteroit çarpması ile oluşamayacağını söylemektedirler. Dinozorların başka bir faktörün etkisi ile yok olduklarını iddia etmektedirler—atmosferi uzun süre karatmaya devam eden olağan dışı bir volkanik faaliyet gibi. Fakat her halükarda hiç kimse, dinozorların yok oluşunda ya da geçmişteki diğer kitlesel yok oluşlarda bir kaç faktörden -hepsi de basit, kör faktörler- daha fazlasının etkili olduğunu iddia etmemektedir.

Geçmişte yaşanan bu hadiselerin aksine, günümüzde yaşanan yok oluş süreci tek bir kör gücün veya iki, üç ya da buna benzer on gücün sebep olduğu bir olay değildir. Aksine, bir çok akıllı, yaşayan gücün eylemlerinin bir toplamıdır. Bunlar, faaliyetlerinin uzun vadeli sonuçlarına aldırmadan kısa vadeli amaçlarının peşinde hırsla koşan insan organizasyonlarının oluşturduğu, kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Güç peşinde hırsla koşarken her taşı kaldırır, araştırılmamış hiç bir alan bırakmaz ve her imkanı değerlendirirler.

Bu biyolojide gerçekleşen şeye benzetilebilir: Evrim sürecinde organizmalar, her fırsatı sömürecek, her kaynağı kullanacak ve yaşamın bir şekilde mümkün olduğu her köşeyi işgal edecek araçlar geliştirirler. Bilim adamları, yaşadıkları ortamlarda kendilerini desteklemek için kullanabilecekleri hemen hemen hiçbir şeyin olmadığı yerlerde canlı organizmaların yaşayabildiklerini, hatta buralarda bu canlıların bolca bulunduğunu keşfettiklerinde şaşırmışlardır. Bakteri, solucan, yumuşakçalar ve kabuklu toplulukları, gün ışığının ulaşamadığı ve yüzeyden süzülen gıdaların kesinlikle yeterli olmadığı okyanus derinliklerinde yer alan hidrotermal bacalarda bol miktarlarda bulunmaktadırlar. Bu yaratıklardan bazıları hidrojen sülfürü -organizmaların çoğu için öldürücü bir zehirdir- bir enerji kaynağı olarak kullanırlar. Başka yerlerde, deniz zeminin otuz metre aşağısında, neredeyse gıdadan tamamı ile yoksun şartlarda yaşayan bakteriler bulunmaktadır. Başka bazı bakteriler, okyanus yüzeyinin 2,7 km altındaki derinliklerde yalnızca “çıplak kaya ve su” ile beslenmektedirler. Başka organizmaların bünyesinde yaşayan ve parazit adı verilen organizmaların varlığından herkes haberdardır. Fakat birçok insan, diğer parazitlerin içinde ya da üstünde yaşayan parazitlerin varlığını öğrendiğinde şaşırabilir; gerçekte parazitin, parazitinin parazitleri bulunmaktadır. (Bu insanın aklına Samuel Butler’ın cümlesini getirir: “Tüm büyük pireleri ısıran küçük pireler vardır ve bu küçük pirelerin daha küçükleri ve böylece sonsuza kadar.”)

Söylemeye gerek yok ki, yaşamın devam edebileceği koşulların belirli sınırları vardır. Örnek: “100 derecenin üzerindeki sıcaklıklarda proteinleri istikrarlı ve işlevsel kılacak genel mekanizmaların” var olup olmadığı sorgulanmıştır. 113 derecede yaşayabilen kimi organizmalara rastlanmış olsa da, bunun üzerindeki sıcaklıklarda hayatta kalabilen ve üreyebilen organizmalara rastlanmamıştır.

Biyolojik organizmalar gibi, dünyanın önde gelen insan tabanlı kendini-yeniden-üreten sistemleri de her fırsatı kullanır, her kaynağı sömürür ve bitmeyen güç arayışlarında işlerine yarayabilecek bir şey bulabilecekleri her köşeyi işgal ederler. Ve teknoloji geliştikçe, geçmişte yararsız görünen şeylerden gittikçe daha fazlasının aslında yararlı olduğu ortaya çıkar ve böylece gittikçe daha fazla kaynak kullanılır, gittikçe daha fazla köşe işgal edilir ve sonuç olarak gittikçe daha yıkıcı sonuçlar ortaya çıkar. Örneğin:

İnsanların meteorlardan elde ettikleri demir ya da şans eseri buldukları altın ve bakır parçaları haricinde metal kullanmadıkları günlerdeki tek madencilik faaliyeti, alet yapımında kullanılan çakmak taşı ve obsidyen gibi taşların kazılmasından ibaretti. İnsanlar bir kez geniş ölçekli olarak metalleri kullanmayı öğrendiklerinde, madenciliğin yıkıcı etkileri ortaya çıkmaya başladı. 16. yüzyıl sırasında ya da muhtemelen çok daha önceleri, madenciliğin dere ve pınarları zehirlediği ve bulunduğu bölgeyi mahvettiği açık olarak anlaşılmıştı. Fakat o günlerde madencilik, görece yüksek kalite cevherin bulunduğu bilinen birkaç bölgeyi etkiliyordu ve muhtemelen başka bölgelerde yaşayan insanlar metallerin çıkartılmasının yol açtığı zararlar ile hiç ilgilenmiyordu. Ancak son yıllarda, değerli maden rezervlerinin tespit edilmesinde daha etkili yöntemler geliştirilmiştir; aynı zamanda, daha önceleri orada bulunan madeni çıkartmanın zor olması sebebi ile işletilmesi karlı olmayan ve bu sebeple kullanılmayan düşük kalite cevherlerin bulunduğu rezervlerin de karlı olarak işletilmesini sağlayan daha sofistike araçlar bulunmuştur. Bu gelişmelerin sonucunda madencilik faaliyetleri sürekli olarak yeni alanları işgal etmiştir ve ağır çevresel zararlar bunu takip etmiştir. Eski maden sahalarından akmaya devam eden sular zehirli metaller ile öylesine kirlenmiştir ki, bu suların zehirli metallerden arındırılabilmesi için “sonsuza” kadar işlem görmesinin zorunlu olduğu söylenmektedir. Tabii ki sular sonsuza kadar işlem görmeyecektir ve suların işlemden geçirilmesi sona erdiğinde, nehirler geri döndürülemez bir tarzda zehirleneceklerdir.

Madencilik faaliyetleri başka alanları da işgal etmektedir, çünkü birkaç on yıl önce pratik bir kullanımı olmayan elementlerin yeni kullanımları keşfedilmektedir. “Nadir toprak elementlerinin” bir çoğunun 20. yüzyılın ortalarından önce çok kısıtlı bir kullanımları mevcuttu, fakat günümüzde birçok amaç için vazgeçilmez hale gelmişlerdir. Nadir toprak elementlerinden biri olan neodimyum örneğin, rüzgar santrallerinde kullanılan hafif sürekli mıknatısların üretimi için yüksek miktarlarda gereklidir. Nadir toprak rezervlerinin çoğu, maalesef, radyoaktif toryum içermektedir; bu sebeple, bu metallerin çıkarılması radyoaktif atık üretilmesine sebep olmaktadır.

Nükleer silahların ve nükleer güç santrallerinin geliştirilmesinden önce uranyum, en azından miktar olarak, düşük bir öneme sahipti; fakat günümüzde uranyum yaygın bir şekilde çıkarılmaktadır. Görece olarak düşük miktarlarda arsenik tıbbi uygulamalar, fare zehri üretimi ve resim yapımında kullanılan pigmentlerin üretiminde yeterli idi. Fakat günümüzde arsenik, kurşun bileşimlerini sertleştirmek ve ahşap koruyucusu olarak kullanılmak gibi amaçlarla yüksek miktarlarda üretilmektedir. Arsenik ile işlem görmüş bahçe direkleri ABD’nin batısında geniş bir yaygınlığa sahiptir—bunlardan milyonlarca bulunduğu söylenebilir. Bu direkler, işlem görmemiş direklere nazaran çok daha uzun süre dayanırlar; fakat bunlar da yok edilemez değildir. Eninde sonunda parçalanacaklardır ve parçalandıklarında ihtiva ettikleri arsenik çevreye yayılacaktır. Benzer şekilde, geniş ölçekli madencilik faaliyetleri; cıva, kurşun, kadmiyum gibi diğer zehirli ve/veya kanserojen elementlerin kullanımı, bu tarz maddeleri her yere yaymaktadır. Problemin büyüklüğü ile karşılaştırıldığında temizleme çabaları öylesine önemsizdir ki, bir şakadan daha fazlası değildirler.

Diğer kaynakların çıkarılması ve işlenmesi de benzer aşamalardan geçmiştir. Petrol, uzun bir dönem boyunca, çeşitli yerlerde zeminden sızan bir madde olarak bilinmiştir ve ilk başlarda kullanım alanı oldukça sınırlı olmuştur. Fakat 19. yüzyılda, petrolden distile edilen kerosenin aydınlatma amaçlı lambalarda yakılabileceği ve kerosenin bu bu tarz bir kullanım için balina yağından çok daha iyi olduğu keşfedilmiştir. İlk petrol kuyusu, bu keşfin bir sonucu olarak, 1859 yılında Pennsylvania’da açılmıştır ve diğer yerlerdeki kuyular bunu takip etmiştir. Petrol endüstrisi o yıllarda ağırlıklı olarak kerosene bağlıydı, doğal gaz ve benzin gibi diğer petrol ürünlerine olan talep çok azdı. Fakat sonrasında doğal gaz ısınma, pişirme ve aydınlatma için geniş ölçekli olarak kullanılmaya başlandı ve 20. yüzyılın başlarında benzin ile çalışan otomobilin gelişinden sonra petrol endüstrisi, sanayileşmiş dünyanın ekonomisinde merkezi bir önem kazandı. Bu noktadan sonra, petrol ürünlerinin sürekli olarak yeni kullanımları keşfedildi. Buna ek olarak, daha önceleri kullanımları olmayan petrol türevlerini yararlı ürünlere dönüştürebilen ve arzu edilmeyen özellikleri nedeniyle (yüksek oranda sülfür içermesi gibi) işletmeye değer görülmeyen petrol rezervlerini değerli hale getiren yeni hidrokarbon dönüştürme teknikleri geliştirildi.

Petrol şirketleri, yeni rezervlerin tespitinde sürekli olarak daha sofistike yöntemler geliştirmektedirler ve bu, “bilinen petrol yataklarının” tahmin edilen miktarlarının sürekli olarak artmasının sebeplerinden birisidir. Petrol yataklarının tahmin edilen miktarının artmasının bir diğer sebebi, daha önce ulaşılamaz nitelikte olan petrolün (ve doğal gazın da), ulaşılması gittikçe daha güç noktalardan yeni teknolojiler ile karlı olarak çıkarılmasını mümkün kılan gelişmelerdir. Kazıcılar, yer kabuğunun gittikçe daha derinlerine ulaşmakta ve hatta yatay olarak dahi kazabilmektedirler; “kırma” tekniği (hidrolik kırma) yeni petrol rezervlerini, özellikle şeyl katmanlarında bulunan kaya gazını ortaya çıkarmaktadır; okyanus tabanında bulunan devasa metan hidrat rezervlerini kullanmak adına yeni teknikler geliştirilmektedir. Tüm bu teknik gelişmeler sonucunda Dünya yüzeyinin gittikçe daha fazla bölümü petrol endüstrisinin tecavüzüne uğramakta ve bu sürecin önüne çıkan insanları ise acı bir kader beklemektedir. Örneğin hidrolik kırma zararsız bir teknik değildir; bundan etkilenen bir kadın, hayatının mahvolduğunu söylemektedir.

Teknolojik dünya-sisteminin fosil yakıtları (bu yakıtlar var olmayı sürdürdüğü müddetçe) kullanmayı bırakacağını düşünen birisi hayal görüyor demektir. Fakat sistem bu yakıtları kullanmayı bıraksa da bırakmasa da başka yıkıcı enerji kaynakları da kullanılacaktır. Nükleer güç santralleri radyoaktif atık üretir, bu atıkların güvenli bir şekilde yok edilmesinin bir yolu henüz bulunamamıştır ve dünyanın önde gelen kendini-yeniden-üreten sistemlerinin biriken radyoaktif çöpe kalıcı bir ikamet bulmaya çalıştıkları söylenemez. Tabii ki, kendini-yeniden-üreten sistemlerin enerjiye duydukları ihtiyaç şimdi ve buradaki güçlerini muhafaza etmek içindir; ancak radyoaktif atıklar yalnızca gelecek için bir tehdit oluşturur ve vurguladığımız gibi, doğal seçilim, uzun vadeli sonuçlarını düşünmeden kısa vadede güç için mücadele eden kendini-yeniden-üreten sistemleri avantajlı konuma getirir. Dolayısı ile, kullanılmış yakıtlar ile ne yapılacağı sorusu göz ardı edilirken, nükleer güç istasyonları inşasına devam edilir. Ki nükleer atık problemi, tamamı ile yönetilemez bir noktaya doğru gitmektedir; çünkü büyük ve az sayıdaki eski tip reaktörler yerine, yakında küçük ve çok sayıda reaktör (mini-nukes) inşa edilecektir. Böylece her küçük kasaba, kendi nükleer reaktörüne sahip olabilecektir. Büyük ve eski tip reaktörlerde radyoaktif atıklar, en azından, görece az sayıdaki noktada toplanıyordu; fakat küçük, mini-reaktörlerin kullanılmaya başlanması ile radyoaktif atıklar dünyanın her yerine yayılmış olacaklar. Her bir küçük kasabanın nükleer atığını sorumlu bir şekilde yöneteceğine inanmak için, ya aşırı derecede saf olmak ya da muazzam bir kendini kandırma yeteneğine sahip olmak gerekir. Gerçekte radyoaktif malzemenin büyük kısmı çevreye sızacaktır.

“Yeşil” enerji kaynakları, sistemin fosil yakıtlara ve nükleere olan bağımlılığını azaltmayacaktır. Fakat azaltsalar dahi, yeşil enerji kaynakları yakından incelendiklerinde o kadar da yeşil gözükmemektedirler. Doğal Kaynakları Koruma Konseyi direktörü, “Mesele enerji ihtiyaçlarımızı gidermeye geldiğinde bedava ekmek” olmadığını söylüyor. “Enerji elde etmek için, çeşitli etkileri olacak şeyleri yapmak zorundayız.”

Rüzgar santrallerinin inşası radyoaktif atıkların oluşmasına sebep olmaktadır; çünkü belirttiğimiz gibi, rüzgar türbinlerindeki hafif sürekli mıknatıslar nadir toprak elementi neodimyuma ihtiyaç duymaktadır. Bununla birlikte, rüzgar santralleri, türbinlerin “pervanelerine” doğru uçan çok sayıda kuşu öldürmektedir. ABD, Çin ve muhtemelen diğer ülkelerde de, çok sayıda yeni rüzgar santrali planlanmaktadır; muhtemel sonuç birçok kuş türünün yok edilmesi olacaktır. “Davis, Kaliforniya’da bir ekolojist ve araştırmacı olan Shaun Smallwood [şunları söylemektedir]: ‘Yalnızca bahsettiğimiz türbinlerin olağanüstü sayısı—fikrime göre o kadar çok yırtıcı kuşu öldüreceğiz ki, sonunda hiç yırtıcı kuş kalmayacak.” Yırtıcı kuşların kemirgen nüfusunun kontrolünde önemli bir rolü vardır, yırtıcı kuşlar yok olduğunda kemirgenleri öldürmek için daha fazla tarım ilacı kullanılması zorunlu olacaktır.

Birleşik Devletler, EATR adı verilen ve yeşil enerji ile çalışan bir askeri robot geliştirmektedir; “enerji ihtiyacını, çevresinde bulduğu herhangi bir biyokütleyi” -yenilenebilir bir kaynak- “yiyerek karşılamaktadır.” Yakıt elde etmek için önüne gelen biyokütleyi yutan robotlardan oluşan orduların arasındaki savaşın doğuracağı yıkımı hayal edebilirsiniz. Üstelik, biyokütle yiyici teknolojinin sivil kullanıma adapte edilmesi durumunda, sistemin sürekli olarak artacak enerji ihtiyacını karşılamakta kullanılacak her türlü canlının yaşamı tehlikeye girecektir.

Fakat güneş enerjisi zararsızdır öyle değil mi? Pek sayılmaz. Çünkü güneş panelleri, diğer biyolojik organizmalar ile güneş ışığı için rekabete girer. Daha önce vurguladığımız bir noktayı hatırlayalım: Teknolojik sistem, kaçınılmaz olarak, elde bulunan tüm enerji kaynaklarını kullanana kadar genişler ve daha fazlasını talep eder. Fosil yakıtlar ve nükleer güç sistemin sürekli artan enerji ihtiyacını karşılayamayacaksa güneş panelleri güneş ışığının toplanabildiği her noktaya yerleştirilmeye başlanacaktır. Bu, başka şeylerle birlikte, güneş panellerinin canlıların yaşam alanlarını artan bir düzeyde işgal etmesi, onları güneş ışığından mahrum bırakması ve birçoğunu öldürmesi anlamına gelir. Bu bir spekülasyon değildir—bu süreç çoktan başlamıştır. “Kaliforniya’nın, Arizona’nın, Nevada’nın ve Batının diğer çöllerinde devasa güneş enerjisi santralleri kurulması” planları vardır. Çöller, tehlike altındaki bitki ve hayvanların en önemli habitatlarından birisidir.” Western Lands Project direktörü Janie Blaeloch şunları söylemektedir: “Bu [güneş enerjisi] santraller topraklarımıza ve yaşam alanlarımıza çok büyük zararlar verecektir.” Ve unutmayın, sistemin enerjiye olan ihtiyacı hiçbir şekilde giderilemez: Güneş panellerinin yayılması, büyük bir olasılıkla, sistemin kendi amaçları için yetiştirdiği evcilleştirilmiş ekinler dışındaki canlı organizmaların tüm yaşam alanları güneş panelleri ile doldurulana kadar devam edecektir.

Fakat değerlendirilmesi gereken başka birçok şey söz konusudur. Ray Kurzweil, gelecekteki teknolojik ütopya hakkındaki fantezilerinin saçmalığı dışında, kimi konularda kesinlikle haklıdır. İsabetli bir şekilde vurguladığı gibi, çoğu insan, gelecek hakkında düşünürken şu iki hataya düşmektedir: (i) “Günümüz dünyasında tek bir eğilim (ya da halihazırda göz önünde olan bir kaç özel eğilim) sonucunda ortaya çıkan dönüşümleri başka hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi değerlendirmekte” ve (ii) teknolojik gelişmenin sonsuz ivmelenmesini göz ardı ederek, “mevcut gelişme hızının gelecekte de aynı şekilde devam edeceğini” varsaymaktadırlar. Bu hatalara düşmemek için, doğaya yönelik gelecekte gerçekleşecek saldırıların, şu anda bilinen ve gözlenen saldırılardan ibaret olmayacağını hatırlamamız gerekir. Petrol türevlerinin içten yanmalı motorlarda kullanımı 1860 öncesinde nasıl hayal edilmediyse, nükleer fisyonun 1938-39 yılındaki keşfinden önce uranyumun yakıt olarak kullanılması nasıl hayal edilmediyseve çoğu nadir toprak elementinin kullanımı bir kaç on yıl öncesine kadar hayal edilmediyse, aynı şekilde gelecekte de kaynakların yeni kullanımları, çevrenin yeni sömürülme teknikleri, günümüzde hayal edilmeyen yeni köşelerin teknolojik sistem tarafından işgal edilmesi söz konusu olacaktır. Çevremize yönelik yaklaşmakta olan tahribatı tahmin etmek için, çevresel zararların günümüzde bilinen sebeplerinin etkilerinin gelecekte ne olacağını düşünmekle yetinemeyiz; çevresel zararlara sebep olacak ve şu anda kimsenin hayal dahi etmediği etkilerin gelecekte ortaya çıkacağını hesaba katmak gerekir. Üstelik, teknolojinin gelişmesinin ve bu gelişmeyle birlikte çevremize olan zararının boyutlarının da gelecek on yıllarda hızlı bir şekilde ivmeleneceğini hatırlamamız gerekir. Tüm bunlar göz önüne alındığında şu sonuca varmak kaçınılmaz olmaktadır: Teknolojik sistemin, gezegenimizde köklü bir şekilde bozguna uğratmadığı pek bir şey kalmayacaktır.

Pek çok insan atmosferi verili olarak kabul eder. Sanki Allah tarafından havanın %75 nitrojen, %21 oksijen ve %1 oranında da diğer gazlardan oluşması emredilmiş gibi. Gerçekte atmosfer, şimdiki haline, yaşayan varlıkların faaliyetleri sonucu ulaşmıştır ve bu halde yine onların faaliyetleri tarafından tutulmaktadır. Atmosfer, ilk başlarda, bugün olduğundan çok daha fazla karbondioksit ihtiva ediyordu ve bu sebeple kendimize şu soruyu sorabiliriz: Sera etkisi, Dünya’nın yaşamı imkansız kalacak kadar ısınmasına neden sebep olmamıştır? Bu sorunun cevabı, muhtemelen, Güneşin o zamanlarda şimdikinden çok daha az miktarda enerji yaymasıdır. Her halükarda, fazla karbondioksidi sonunda atmosferden çekip alan biyosfer olmuştur:

İlkel bakteri ve siyanobakteri, fotosentez ya da benzer yaşam süreçleri ile atmosferik karbonu yakalayıp deniz zemininde depoladıkça, karbon atmosferden çekilip alınmıştır.

Aynı zamanda siyanobakteriler, suyu bir elektron kaynağı olarak kullanan ve hidrojeni fotosentez sürecinde kullanan ilk organizmalardır. Bu reaksiyonun bir sonucu olarak serbest oksijen ortaya çıkmış ve atmosferde birikmeye başlayarak oksijen tabanlı yaşam formlarının evrimleşmesine olanak sağlamıştır.

Biyolojik süreçler atmosferdeki metan miktarını da etkiler ve metanın küresel ısınmaya etkisinin karbondiokside kıyasla çok daha fazla olduğunu unutmayalım. Bununla birlikte kimi uzmanlar, 3,7 milyar yıl önce bazı mikropların, Dünya’yı ısıtmak yerine güneş ışınlarını uzaya geri yansıtarak soğumasına sebep olacak bir bulut tabakası oluşturacak kadar yüksek miktarda metan ürettiklerini söylemektedirler. Buna göre Dünya, yaşamın imkansız hale geleceği kadar soğumaktan kıl payı kurtulmuştur. Ne olursa olsun, biyosferde yaşanacak radikal bir bozulmanın atmosferik bir felakete yol açacağı kesindir: Oksijen yokluğu, metan ya da amonyak gibi zehirli gazların birikimi, gezegenimizin yaşamı destekleyemeyeceği kadar ısınmasına ya da soğumasına sebep olacak miktarda karbondioksit fazlalığı ya da azlığı vb.

Günümüzdeki en yakın tehlike, atmosferdeki karbondioksit ve muhtemelen metan fazlası sebebi ile Dünya’nın aşırı ısınması olasılığıdır. İnsanlar fosil yakıtları tüketmeye devam ettiği müddetçe Dünya ne kadar ısınacak? Yaklaşık 56 milyon yıl önce atmosferdeki karbondioksit miktarında muazzam bir artış yaşanmıştı; bu artışın, “Dünya’daki tüm kömür, petrol ve doğal gaz” rezervlerinin tüketilmesi halinde atmosfere eklenecek miktar ile hemen hemen aynı olduğu tahmin edilmektedir. Sonuç, yeryüzü koşullarında yaşanan radikal bir değişiklik olmuştur; ortalama sıcaklıkların 5°C yükselmesi ve kıtaların önemli bir bölümünün sular altında kalması yaşanan bu değişikliklerdendir. Kitlesel yok oluşlar gerçekleşmemiştir fakat bu, biyosferin gelecekte de güvende olacağı konusunda bize bir garanti vermez. Çünkü, atmosfere günümüzde eklenen belirli miktarda karbondioksidin, 56 milyon yıl önce yaşanan süreç ile aynı sonuçları üreteceğini varsayamayız.

56 milyon yıl önce atmosfere eklenen karbondioksit, muhtemelen görece yavaş bir şekilde, binlerce yıllık bir süreçte atmosfere salınmıştır. Eğer insanlar günümüzde tüm fosil yakıtları tüketeceklerse bunu binlerce yıldan çok daha az bir sürede yapacaklarına şüphe yoktur, bu sebeple canlı organizmaların değişen koşullara adapte olmak için çok az şansları olacaktır. Üstelik, günümüzde atmosfere salınacak karbondioksit miktarı ile 56 milyon yıl önce salınan miktar arasında varsayılan eşitlik, büyük bir olasılıkla, fosil yakıt rezervlerinin miktarı ile ilgili çok düşük bir tahmine dayanmaktadır. Çünkü sürekli olarak yeni ve beklenmedik rezervler keşfedilmekte ve rezerv miktarları ile ilgili tahminler sürekli olarak artırılmaktadır. İnsanların başka yollardan atmosfere saldığı karbondioksit de hesaba katılmalıdır. Örneğin muazzam miktarlarda kalker, kireç ve Portland çimentosu elde etmek için yakılmaktadır: CaCO3 = CaO + CO2. Karbondioksidin (CO2) ne kadarının kireç (CaO) tarafından tekrar yakalandığı ya da bunun ne kadar sürdüğü belli değildir.

Dünya günümüzde, 56 milyon yıl önce ısındığından daha fazla ısınmasa dahi, her halükarda iklim değişikliğinin sonuçları toplumumuzdaki güç sahibi sınıflar nezdinde kabul edilemez olacaktır ve dünyanın egemen kendini-yeniden-üreten sistemleri “jeo-mühendisliğe” başvuracaklardır. Bu, sıcaklıkları belli seviyelerde tutmak adına atmosferin suni bir manipülasyon sistemine tabi tutulması anlamına gelmektedir. “Jeo-mühendislik” uygulamaları çok yakın ve olağanüstü riskler içerecektir; bu uygulamalar anında bir takım afetlere sebep olmasalar dahi, sonuçta yaşanacaklar felaket olacaktır.

Tüm bunlar yalnızca sera etkisi ile alakalıdır. Bunlara, biyosferi bozma eğiliminde olan başka birçok faktörü eklememiz gerekir. Gördüğümüz gibi, canlı organizmalar, sistemin güneş enerjisi uygulamalarının genişlemesi ile birlikte güneş ışığından mahrum bırakılacaklardır. Çevrenin radyoaktif atıklar, kurşun, arsenik, cıva, kadmiyum gibi zehirli elementler ve çeşitli zehirli kimyasal bileşenler ile kirlenmesinin bir sınırı olmayacaktır. Zaman zaman petrol sızıntıları olacaktır, çünkü petrol endüstrisinin aldığı güvenlik önlemleri hiçbir zaman yeterli değildir ve dünyanın bazı bölgelerinde petrol endüstrisi sızıntıları önlemek için herhangi bir ciddi çaba dahi sarf etmez.Kloroflorokarbonların yasaklanması, canlı organizmaları Güneş’in ultraviyole radyasyonundan koruyan ozon tabakasının maruz kaldığı tahribatın sona ermesini ve ozon tabakasının kendini toplamasını sağlayacaktı. Fakat bu toparlanma (eğer gerçekleşiyorsa) on yıllar sürecektir ve dolayısıyla bu süre zarfında ultraviyole radyasyonun biyosfere vereceği zararın da hesaba katılması gerekir.

Teknolojik sistemin yukarıda sayılan etkilerinin zararlı olduğu uzun bir süredir tespit edilmiş durumdadır. Fakat şüphe yok ki, bugün zararlı oldukları fark edilmeyen birçok etkinin yarın zararlı oldukları ortaya çıkacaktır; tıpkı geçmişte sık sık yaşandığı gibi. “Nehirlerden Atlas Okyanusu’na akan alüvyon miktarının, insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak, tarih öncesi zamanlara göre dört ya da beş kat arttığı tahmin edilmektedir.” Bu durum, uzun vadede, okyanus yaşamını nasıl etkileyecek? Bilgisi olan var mı? Genetik olarak değiştirilmiş organizmaların genlerinin vahşi bitkilere ve hayvanlara geçme ihtimali vardır ve şüphe yok ki bu gerçekleşecektir. Bu “genetik kirliliğin” biyosferde yaratacağı sonuçlar neler olacak? Kimse bilmiyor. Bu sayılanlar ve bunlara benzer diğer etkiler, tek tek değerlendiklerinde zararsız bile çıksalar sistemin “zararsız” faaliyetlerinin bir bütünün biyosferde büyük değişikliklere yol açacaklarına şüphe yoktur.

Burada yüzeyi kaşımaktan daha fazlasını yapmadık. Teknolojik dünya-sisteminin işleyişinin günümüzde biyosferi hangi şekillerde tehdit ettiği ile ilgili bütünlüklü bir değerlendirme devasa bir araştırma gerektirecektir ve sonuçlar birkaç cildi dolduracaktır. Tüm bu faktörlerin toplamının biyosferde gerçekleştireceği bozulma, atmosferin günümüzdeki kompozisyonunu koruyan faaliyetlerini gerçekleştirmesini engelleyecek kapsamda olacak mıdır? Tahmine açık bir soru. Fakat hepsi bu kadarla sınırlı değildir: Günümüzde teknolojik sistemin, gelecek on yıllarda ulaşacağı nokta ile karşılaştırıldığında hala bebeklik çağında olduğunu unutmayalım. Dünya’nın önde gelen kendini-yeniden-üreten sistemlerinin, hızlı bir şekilde artan ivmelenmeyle ve henüz kimsenin tahmin edemediği şekillerde, sömürmek için gittikçe daha fazla fırsat, çıkarmak için gittikçe daha fazla kaynak, işgal etmek için gittikçe daha fazla köşe bulacağını ve sonunda bu gezegendeki hiçbir şeyin teknolojik müdahaleden azade kalmadığı bir duruma geleceğimizi söyleyebiliriz—üstelik bu müdahaleler, gücü hemen ve burada artırmak için yapılacak çılgın arayış kapsamında, uzun vadeli sonuçların neler olacağına aldırmadan yapılacak. Yazarın fikrine göre, -eğer doğrudan yok edilmezse- biyosfer büyük bir olasılıkla atmosferin günümüzdeki koşullarını oluşturan fonksiyonlarını yerine getiremediği bir hale getirilecektir—ki atmosferin günümüzdeki koşulları olmadan bu gezegendeki hiçbir karmaşık yaşam formu hayatta kalamaz.

Olası sonuçlardan bir tanesi, Dünya’nın Venüs gezegenine benzer bir hale gelmesidir:

Dünya’nın ikliminin sonuçta istikrarsız bir yapıya ulaşabileceği iddia edilmiştir. Isıyı hapseden gazların atmosfere eklenmesi H2O salınımını hızlandırabilir ve sıcaklığı okyanusların buharlaştığı bir noktaya kadar yükseltebilir… . Bazıları bu gelişmelerin Venüs’te daha önce yaşanmış olabileceğini düşünmektedir… . Venüs, sera etkisinin öneminin çarpıcı bir örneğidir. Atmosferinde yüksek miktarda CO2 [=karbondi oksit] bulunmaktadır… . Venüs’ün yüzey sıcaklığı Dünya’dan çok daha yüksektir -yaklaşık 780°K [507°C ya da 944°F]- ve bu, tüm yüzeyini kaplayan bulut tabakası nedeniyle Venüs’ün Güneş’ten çok daha az enerji absorbe etmesine rağmen böyledir… .105

Bu bölümde ortaya konan tezleri özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir: Teknolojik dünya-sisteminin gelişmesinin mantıksal sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde Dünya, yüksek bir olasılıkla, günümüzde bildiğimiz anlamıyla karmaşık yaşam formlarının tümü için yaşanılmaz bir gezegene dönüşecektir. Bu tabii ki kesin olarak kanıtlanamaz ve yazarın kişisel görüşüdür. Fakat burada ortaya konan gerçekler ve fikirler, bu görüşün mantıklı bir hipotez olarak değerlendirilebileceğini göstermektedir ve şu anda içinde bulunduğumuz problemin, Dünya’nın tarihinde daha önce gerçekleşmiş kitlesel yok oluşlardan daha kötü olmayacağını elde başka kanıt olmadan varsaymak acele bir kabul olacaktır.

Kesin olarak kabul edilebilecek şey -teknolojik sistemin mantıki sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde- sonuçların biyosfer için tamamı ile yıkıcı olacağıdır. Eğer Kretase sonunda dinozorların ortadan kalktığı yok oluştan daha kötü olmayacaksa bundan daha iyi olacağı da söylenemez; insanlar hayatta kalmayı başarabilirlerse sayıları oldukça az olacaktır ve teknolojik sistemin kendisi de ölmüş olacaktır.

Fakat yukarıdaki ifadede yer alan koşula dikkat edelim: “Teknolojik sistemin mantıki sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde.” Yazara çeşitli vesileler ile sorulmaktadır: “Eğer sistem kendi kendini yok edecekse neden onu yıkmakla uğraşalım?” Cevap elbette şudur: Eğer teknolojik sistem şimdi ortadan kaldırılırsa hâlâ çok fazla şey kurtarılabilir. Sistemin gelişmesine ne kadar fazla süre izin verilirse biyosfer ve insan ırkı için sonuçlar o kadar kötü olacak ve Dünya’nın ölü bir gezegen haline gelme riski o kadar artacaktır.

V. Teknoperestlerin ıslak rüyaları. Pek çok teknoperveri bilimin alanından çıkarıp bilimkurguya doğru sürekleyen bir düşünce akımı söz konusudur. Bu akımda sürüklenenleri, kolaylık olması açısından, “teknoperest” olarak adlandıralım. Bu akım çeşitli kanallardan oluşmaktadır ve tüm teknoperestler aynı şekilde düşünmemektedir. Ortak noktaları, teknolojinin geleceği ile ilgili bir hayli spekülatif olan iddiaları kesinliğe yakın gerçekler olarak kabul etmeleri ve bu temele dayanarak önümüzdeki birkaç on yılda teknolojik bir ütopyanın geleceğini muştulamalarıdır. Teknoperestlerin bazı fantezileri şaşırtıcı derecede olağanüstüdür. Örneğin Ray Kurzweil, “yüzyıllar içerisinde insan zekasının gezegeni yeniden programlayacağına ve evrendeki tüm maddeyi kapsayacağına” inanmaktadır. Kevin Kelly’nin (başka bir teknoperest) yazıları o kadar belirsizdir ki anlamsızlığın sınırlarında gezmektedir. Fakat, evrenin insanlar tarafından fethedilmesi hakkında söyledikleri Kurzweil ile benzerlik gösteriyor gibidir: “Evren neredeyse boştur çünkü yaşamın ve tekniyumun ürünleri ile dolmayı beklemektedir… ” Kelly, “tekniyum” kelimesini insanların dünyada oluşturdukları teknolojik dünya-sistemini adlandırmak için kullanmaktadır.

Teknolojik ütopyanın çoğu versiyonu, diğer başka bir takım harikalar ile birlikte ölümsüzlüğü de (en azından teknoperestler için) içermektedir. Teknoperestler, kaderleri olduğuna inandıkları ölümsüzlüğü aşağıdaki üç biçimde hayal etmektedirler:

  1. İnsan bedeninin günümüzdeki hali ile sonsuza kadar korunması,

  2. İnsanların makineler ile kaynaşması ve ortaya çıkan insan-makine melezlerin sonsuza kadar hayatta kalmaları,

  3. İnsan zihninin robotlara ya da bilgisayarlara “yüklenmesi” ve sonrasında, yüklenen zihinlerin bu makinelerde sonsuza kadar yaşaması.

Tabii ki, teknolojik dünya-sistemi, olması gerektiğini iddia ettiğimiz gibi çok uzak olmayan bir gelecekte çökerse bu durumda hiç kimse herhangi bir şekilde ölümsüz olamayacaktır. Fakat iddiamızın yanlış olduğu ve teknolojik dünya-sisteminin sonsuz bir süre ayakta kalacağı varsayımında bulunsak dahi, teknoperestlerin ölümsüzlük rüyaları yine de bir illüzyondur. İnsan bedeninin ya da bir insan-makine melezin bedeninin sonsuza kadar hayatta tutulmasının gelecekte teknik olarak mümkün hale gelmesinden şüphe duymamız zorunlu değildir. İnsan beyninin elektronik bir biçime, “yüklenen” varlığın orijinal beynin işleyen bir kopyası olarak değerlendirilebileceği bir tarzda yüklenip yüklenemeyeceği ise ciddi bir biçimde şüphelidir. Yine de, aşağıda yaptığımız tartışmada (i), (ii) ve (iii)’te belirtilen çözümlerin her birinin önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde teknik olarak mümkün hale geleceğini varsayacağız.

Arzu edilebilir gördükleri her şeyin teknik olarak mümkün hale geldiğinde gerçekleştirileceğini düşünmek teknoperestlerin kendilerini kandırmalarının bir göstergesidir. Günümüzde ve epey uzun bir süredir birçok muhteşem şey teknik olarak mümkün olmasına rağmen bunlar gerçek hayatta uygulanmamaktadır. Zeki insanlar tekrar tekrar şunu söylemekteler: “İnsanlar her şeyi ne kadar kolay bir şekilde şu anda olduğundan çok daha iyi yapabilirler—sadece bunu yapmayı hep beraber deneseler!” Fakat insanlar hiçbir zaman “hep beraber denemezler.” Çünkü doğal seçilim prensibi, kendini-yeniden-üreten sistemlerin, diğer kendini-yeniden-üreten sistemler ile içerisinde bulundukları hayatta kalma ve kendilerini sürdürme mücadelesinde sadece kendi kısa vadeli çıkarları peşinde koşmalarına ve insani amaçlar için kendi avantajlarından feragat etmemelerine yol açar.

Teknoperestlerin hayaline göre ölümsüzlük, teknik olarak mümkün hale geleceği için, mensup oldukları sistemin onları sonsuza kadar canlı tutabileceğine ve tutacağına ya da kendilerini sonsuza kadar canlı tutmaları için gerekli şeyleri onlar için sağlayacağına kesin gözüyle bakarlar. Günümüzde, dünya üzerinde yaşayan her insanın gıda, giyinme, barınma, şiddetten korunma ve günümüz standartlarında yeterli olarak kabul edilen tıbbi hizmetlerden yararlanma ihtiyaçlarını karşılamanın teknik açıdan mümkün olduğuna şüphe yoktur—bunun için dünyanın önemli kendini-yeniden-üreten sistemlerinin kendilerini bu işe çekincesiz olarak adamaları yeterlidir. Fakat bu hiçbir zaman olmaz; çünkü kendini-yeniden-üreten sistemler, esas olarak, sonu gelmez güç savaşına odaklanmışlardır ve sadece kendi çıkarları söz konusu olduğunda insani faaliyetlerde bulunurlar. Bu yüzden dünyada milyarlarca insan açlık çekmekte, şiddete maruz kalmakta ya da gerekli sağlık hizmetlerinden mahrum kalmaktadır.

Tüm bunlar dikkate alındığında, teknolojik dünya-sisteminin yedi milyar insana sonsuza kadar hayatta kalmaları için gerekli tüm şeyleri sağlayacağını düşünmek saçmalıktır. Bu hayal edilen ölümsüzlük mümkün olsa bile bu ancak yedi milyar insanın çok küçük bir bölümü için geçerli olabilir—elit bir azınlık. Teknoperestlerin bazısı bunu itiraf etmektedir. Pek çoğunun bunu fark ettiği fakat açıkça ifade etmekten çekindiği sezilmektedir; çünkü kamuoyuna, ölümsüzlüğün sadece elit bir azınlık için geçerli olacağını ve sıradan insanların dışarıda kalacağını söylemek pek ihtiyatlı olmayacaktır.

Tabii ki teknoperestler, sonsuza kadar canlı tutulacağı varsayılan elit azınlığa dahil olacaklarını düşünmektedirler. Fakat gözden kaçırdıkları bir nokta, kendini-yeniden-üreten sistemlerin uzun vadede insanoğluna -elit azınlığın üyelerine bile- bu yalnızca sistemin avantajına olduğu müddetçe bakacaklarıdır. İnsanlar, egemen kendini-yeniden-üreten sistemler için faydasız hale geldiklerinde -elit olsunlar ya da olmasınlar- ortadan kaldırılacaklardır. Hayatta kalabilmek için yalnızca faydalı olmaları yeterli olmayacaktır; gördükleri faydanın onları hayatta tutmanın maliyetinden daha fazla olması gerekir—başka bir deyişle, yerlerini alacak herhangi bir insan dışı varlığa göre daha iyi bir fayda-maliyet dengesi sunmak zorundadırlar. Bu epey zordur. Çünkü insanı hayatta tutmanın maliyeti, makinelere oranla çok daha fazladır.

Birçok kendini-yeniden-üreten sistemin -hükumetler, şirketler, sendikalar vb.- kendilerine hiçbir faydası olmayan çok sayıda bireye sahip çıktığı söylenecektir: Yaşlılar, ağır bir fiziki ya da zihni engeli bulunanlar, hatta ömür boyu hapis cezasını çeken mahkumlar. Fakat bu, sistemin işlevlerini sürdürebilmek adına henüz hâlâ nüfusun çoğunluğuna ihtiyaç duymasındandır. İnsanların şefkat duyguları evrimsel süreçte ortaya çıkmıştır, çünkü avcı-toplayıcı kabilelerin hayatta kalma şansları üyeleri birbirlerine yardım ettiğinde ve ilgi gösterdiğinde artar. Kendini-yeniden-üreten sistemler insanlara ihtiyaç duyduğu müddetçe, yararsız azınlığa acımasız bir muamelede bulunarak faydalı çoğunluğun şefkat duygularını incitmek sistemin zararına olacaktır. Fakat şefkatten daha önemlisi bireylerin kendi kişisel çıkarlarıdır: İnsanlar, yaşlandıklarında ya da sakat kaldıklarında kendilerini çöpe atacak bir sisteme pek iyi gözle bakmayacak ve ona düşmanlık besleyeceklerdir.

Ancak insanların tümü faydasız hale geldiğinde, kendini-yeniden-üreten sistemler insanlar ile ilgilenmekte hiçbir avantaj görmeyeceklerdir. Teknoperestlerin kendisi makinelerin insan zekasını geçeceğinde ısrarlıdır. Bu gerçekleştiğinde, insanoğlu faydasız hale gelecek ve doğal seçilim insanları elemine eden kendini-yeniden-üreten sistemleri avantajlı konuma geçirecektir— insanların ortadan kaldırılması bir anda gerçekleştirilmezse, ayaklanma ihtimalini önlemek adına bu işlem evreler halinde gerçekleştirilecektir.

Günümüzde teknolojik dünya-sistemi yüksek sayıda insana ihtiyaç duymaya devam etmektedir, ancak günümüzdeki gereksiz insan sayısı eskisinden daha fazladır. Çünkü makineler birçok iş kolunda insanların yerini almıştır ve geçmişte insan zekasının zorunlu olduğu düşünülen birçok alana da yavaş yavaş girmektedirler. Bunun sonucunda dünyanın egemen kendini-yeniden-üreten sistemleri, ekonomik rekabetin baskısı altında, gereksiz bireylere olan davranışlarına belirli dozda acımasızlığın karışmasına halihazırda izin vermektedirler. ABD ve Avrupa’da emekli maaşları ve emeklilerin diğer hakları; engelli, işsiz ve diğer üretken olmayan kişilerin faydalandıkları sosyal haklar ciddi derecede törpülenmiştir; en azından ABD’de fakirlik artmaktadır ve bu gibi gelişmeler, şüphesiz iniş ve çıkışlar olacaksa da gelecekteki genel eğilimin habercileri olabilirler.

Şu gerçeğin anlaşılması önemlidir: İnsanların gereksiz hale gelmesi için makinelerin insanları genel zeka anlamında geçmeleri zorunlu değildir, sadece belirli ve özel zihni faaliyetler için bunun gerçekleşmesi yeterlidir. Örneğin makinelerin sanat, müzik ya da edebiyattan anlamaları ya da bu alanda eser vermeleri gerekmez; zeki, teknik olmayan bir diyaloğu devam ettirebilmelerine gerek yoktur (“Turing testi”); anlayışlı olmalarına ya da insan doğasını anlamalarına gerek yoktur. Çünkü bu yetenekler, insanlar ortadan kaldırılacaksa zaten gereksiz olacaklardır. Makinelerin insanları gereksiz hale getirmeleri için yalnızca egemen kendini-yeniden-üreten sistemlerin kısa vadeli hayatta kalma ve kendilerini devam ettirme amaçları için gerekli olacak teknik kararların alınmasında insanları geçmeleri yeterli olacaktır. Yani, gelecekteki makinelerin sahip olacağı zeka seviyesi hakkında teknoperestler kadar uçuk tahminlerde bulunmadan dahi insanların son kullanma tarihlerinin geleceği sonucuna varmak durumundayız. (i). maddede anlatılan tarzda bir ölümsüzlük -insan bedeninin günümüzde var olduğu hali ile sonsuza kadar korunması- bir hayli olasılık dışı gözükmektedir.

Teknoperestler, insan bedeni ve beyninin son kullanma tarihi geçse bile (ii) tipindeki bir ölümsüzlüğün hala gerçekleştirilebilir olduğunu iddia edeceklerdir. İnsan-makine melezleri faydalı olma özelliklerini sonsuza kadar koruyacaklardır. İnsanlar (ya da onlardan geriye kalan her ne olacaksa) kendilerini, gittikçe daha kudretli makinelere bağlayarak, saf makineler ile rekabet halinde kalabileceklerdir.

Fakat, insan-makine melezlerinin insanlardan türeyen biyolojik bir bileşeni ihtiva etmeye devam etmesi, ancak insan-tabanlı biyolojik bileşenin faydalı kalmaya devam etmesi ile mümkün olacaktır. İnsan-tabanlı biyolojik bileşenlere göre daha iyi bir fayda-maliyet dengesine sahip saf yapay bileşenler ortaya çıktığında insan-tabanlı bileşenler kullanılmayacak ve insan-makine melezleri tamamı ile yapay hale gelerek insani boyutlarını kaybedeceklerdir. İnsan-tabanlı biyolojik bileşenler korunsa dahi, onları yararlı olmaktan alıkoyan insani özelliklerinden peyderpey arındırılacaklardır. İnsan-makine melezlerin bağlı olduğu kendini-yeniden-üreten sistemler sevgi, şefkat, etik duygular, estetik duyarlılık ya da özgürlük arzusu gibi insani zayıflıklara ihtiyaç duymayacaklardır. Genel olarak insani duygular, insan-makine melezlerin kendini-yeniden-üreten sistemlere faydalı olmalarının önünde bir engel teşkil edeceklerdir. Bu melezlerin rekabetçi kalmaları isteniyorsa insani duygularının ortadan kaldırılması ve bu duyguların yerine başka motivasyonların koyulması gerekecektir. Kısacası, insan ırkının biyolojik kalıntılarının insan-makine melezlerde korunması gibi düşük bir ihtimalde dahi, bunlar, bugün bildiğimiz anlamdaki insanoğlundan tamamı ile yabancı bir hale dönüştürüleceklerdir.

Aynı durum, insan zihninin makinelere “yüklenmesi” varsayımı için de geçerlidir. Yüklenmiş zihinler yararlı (yani insanlardan türetilmemiş diğer bileşenlerden daha yararlı) olamadıkları noktadan sonra tolere edilmeyeceklerdir ve faydalı kalabilmeleri için, insan zihninin bugünkü hali ile hiçbir alakalarının kalmayacağı tarzda değiştirilmeleri gerekecektir.

Bazı teknoperestler bunu kabul edilebilir bulabilir. Fakat, ölümsüzlük hayalleri yine de bir illüzyondur. İnsanoğlundan türeyen varlıklar arasındaki hayatta kalma mücadelesi (bunlar insan-makine melezleri, bu melezlerden evrimleşen saf yapay varlıklar ya da makinelere yüklenen insan zihinleri olabilir) ya da insandan türeyen varlıklar ile makineler ya da insanlardan türemeyen diğer varlıklar arasındaki mücadele, bu varlıkların çok küçük bir yüzdesi dışında hepsinin elemine olması ile sonuçlanacaktır. Bunun insanoğluna ya da onların makinelerine has bir özellikle alakası yoktur; bu, doğal seçilim ile ilerleyen evrimin genel bir prensibidir. Biyolojik evrime bakın: Dünya üzerinde var olmuş tüm türlerin yalnızca çok küçük bir yüzdesinin şu anda yaşamaya devam eden nesilleri bulunmaktadır. Bu bölümde söylediğimiz diğer her şeyi göz ardı edip, sadece bu prensip üzerinde dursak dahi, bir teknoperestin sonsuza kadar yaşama ihtimali çok düşüktür.

Teknoperestler, neredeyse tüm biyolojik türlerin eninde sonunda yok olacak olmasına rağmen birçok türün binlerce hatta milyonlarca yıl hayatta kalabildiklerini, bu sebeple teknoperestlerin de binlerce ya da milyonlarca yıl hayatta kalmasının mümkün olabileceğini söyleyeceklerdir. Fakat, biyolojik türlerin yaşadıkları ortamda köklü ve hızlı değişiklikler olduğunda, hem yeni türlerin ortaya çıkma hızı hem de mevcut türlerin yok oluş hızı büyük ölçüde artmaktadır. Teknolojik gelişmenin hızı sürekli olarak ivmelenmektedir ve Ray Kurzweil gibi teknoperverler bu hızın yakında patlama seviyesine geleceğini söylemektedirler. Bunun sonucunda, değişikler gittikçe daha hızlı bir şekilde olacak, her şey gittikçe daha hızlı bir şekilde gerçekleşecek, kendini-yeniden-üreten sistemler arasındaki rekabet gittikçe daha da yoğunlaşacak ve süreç hızlandıkça hayatta kalma mücadelesinde kaybedenler daha hızlı bir şekilde elemine edileceklerdir. Dolayısı ile, teknoperestlerin teknolojik gelişmenin eksponansiyel hızlanması ile ilgili kendi inançları uyarınca, insan-makine melezleri ve makinelere yüklenmiş insan zihinleri gibi insandan türeyen varlıkların yaşam beklentilerinin gerçekte oldukça kısa olacağı söylenebilir. Bazı teknoperverlerin gözünü kestirdiği yedi yüz ya da bin yıllık yaşam süreleri bir rüyadan başka bir şey değildir.

Birinci Bölüm’ün VI. Kısmı’nda bahsettiğimiz Tekillik Üniversitesi’nin kurulma amacı, güya, teknolojinin “toplumu iyileştirmesini” sağlamak için teknoperverlerin “araştırmaları yönlendirmelerine” ve “gelişmeleri şekillendirmelerine” yardımcı olmaktı. Biz, Tekillik Üniversitesi’nin gerçekte, teknoloji alanında çalışan iş adamlarının çıkarlarını savunmaya yaradığını söylemiştik ve teknoperverlerin çoğunun, “gelişmeleri şekillendirmek” ve “toplumu geliştirmek” gibi saçmalıklara gerçekten inandıklarının şüpheli olduğunu belirtmiştik. Ancak teknoperestler, -mevcut bölümün V. Kısmı’nın başında tanımladığımız, teknoperverlerin bir alt-kümesi- Tekillik Üniversitesi gibi organizasyonların, teknolojinin gelişmesini şekillendirmek ve teknolojik toplumun rotasını ütopik bir gelecek yolunda tutmak konusunda kendilerine yardım edecek olmasına samimi bir şekilde inanıyor gibidirler: Böylece, teknoperestleri bin yıllık ömürlerinden mahrum bırakacak rekabetçi süreçleri içermeyen ütopik bir gelecek mümkün olacaktır. Fakat Birinci Bölüm’de, toplumun gelişiminin rasyonel bir kontrole tabi tutulamayacağını göstermiştik: Teknoperestler teknolojinin gelişmesini “şekillendiremeyecek”, teknik ilerlemeyi yönlendiremeyecek ya da teknoperestlerin neredeyse tamamını kısa sürede ortadan kaldıracak yoğun rekabeti önleyemeyeceklerdir.

Şu ana kadar söylediklerimizin tamamı düşünüldüğünde ve teknoperestlerin gelecek vizyonunun tamamı ile spekülasyondan ibaret olduğu ve hiçbir kanıta dayanmadığı göz önüne alındığında kişi kendisine şu soruyu sormalıdır: Bu tarz bir şeye nasıl inanabilmektedirler? Bazı teknoperestler (Kurzweil gibi) gelecek ile ilgili beklentilerinin gerçekleşmesi konusunda küçük bir ihtiyat payı bırakmaktadırlar. Fakat bu, şüphecilerin önüne attıkları bir sus payından başka bir şey değil gibi gözükmektedir; rasyonel insanların gözünde kendilerini tamamı ile komik duruma düşürmemek için vermek zorunda oldukları bir taviz. Bıraktıkları bu formalite icabı ihtiyata rağmen, çoğu teknoperestin, sonsuza kadar değilse bile en azından yüzlerce yıl ütopya olarak hayat edilen bir dünyada yaşamayı kendilerinden emin bir şekilde bekledikleri görülmektedir. Kurzweil açıkça şunları söylemektedir: “İstediğimiz kadar yaşayabileceğiz… .”134 Bu cümlede hiçbir ihtiyat payı yoktur. Hiçbir “muhtemelen”, hiçbir “eğer beklediğimiz gelişmeler olursa” yoktur. Kitabının tamamı, ölümsüz bir makine olarak evreni fethe çıkacağı bir gelecek vizyonu ile gözü dönmüş bir adamı ortaya sermektedir. Gerçekte, Kurzweil ve diğer teknoperestler bir fantezi dünyasında yaşamaktadırlar.

Teknoperestlerin inanç sistemi, en iyi şekilde, “Tekniyet” olarak adlandırılabilecek bir dini fenomen olarak açıklanabilir. Günümüzde Tekniyet’in kelimenin tam anlamıyla bir din olmadığı doğrudur; çünkü henüz, bütünsel bir doktrin geliştirmemiştir ve teknoperestlerin inançları birbirinden farklıdır. Bu açıdan Tekniyet, diğer birçok dinin başlangıç aşamalarını andırmaktadır. Ancak Tekniyet şimdiden apokaliptik ya da binyılcı bir kültün ipuçlarını vermektedir: Çoğu versiyonunda, belirli bir noktadan sonra teknolojik ilerlemenin bir patlamaya dönüşeceği büyük olayı, Tekilliği beklemektedirler. Bu Hristiyan mitolojisinin Mahşer Günü’nü ya da Marksist mitolojinin Devrim’ini andırmaktadır. Bu büyük olayı, güya, tekno-ütopyanın gelişi takip edecektir (Tanrı’nın Krallığına ya da İşçi Cennetine benzer bir şekilde). Tekniyet bir azınlığı -Seçilmişler-, teknoperestlerden oluşan bir azınlığı el üstünde tutar (Hristiyanlık’taki Kesin İnançlılar ya da Marksizmdeki Proletarya gibi). Tekniyetin Seçilmişleri, Hristiyanlık’ta olduğu gibi, sonsuz yaşama yazgılıdırlar; gerçi bu husus Marksizm’de bulunmamaktadır.

Binyılcı kültler tarihsel olarak “büyük toplumsal değişimlerin ya da krizlerin” olduğu zamanlarda ortaya çıkma eğilimi gösterirler. Bu, teknoperestlerin inançlarının teknolojiye duydukları samimi bir güvenden kaynaklanmadığını, bilakis, teknolojik toplum ile ilgili kendi endişelerinin bir tezahürü olduğunu göstermektedir—yarı dinsel bir mit yaratarak kaçmaya çalıştıkları endişeler.

Üçüncü Bölüm: Toplum Nasıl Dönüştürülür: Kaçınılması Gereken Hatalar

Bir ya da ikiden fazla çelişki içeren karmaşık bir süreci izlerken, tüm çabamızı süreçteki temel çelişkiyi bulmaya adamalıyız. Bu temel çelişki bulunduğunda, tüm problemler çözülebilir.

—Mao Zedong

Bu bölümde, bir toplumda radikal değişiklikler gerçekleştirmek isteyen herkesin dikkat etmesi gereken bazı kurallardan bahsedeceğiz. Bu kuralların hepsi basitçe uygulanabilecek netlikte değildir ve bazıları her durumda kullanılamayabilir. Fakat radikal bir hareket bu kurallara dikkat etmediği taktirde başarı şansını boşa harcama tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.

Bu bölümün birinci kısmında kuralların kısa ve basit bir açıklamasını vereceğiz. Daha sonra kuralların anlamlarını inceleyeceğiz, örnekler ile açıklayacağız ve uygulanabilirliklerinin sınırlarını tartışacağız. Bölümün son kısmında, kurallardan bihaber olmanın, çevrenin mahvedilmesi de dahil olmak üzere modern teknolojinin yarattığı problemler ile baş etmeye çalışan günümüzdeki çabaları nasıl başarısızlığa mahkum ettiğini göstereceğiz.

I. Önermeler ve Kurallar

Dört önerme ile başlıyoruz. Önermelerin doğruluğu ile ilgili tartışmayı sonraya bırakıyoruz.

Önerme 1. Bir toplumu belirsiz ya da soyut amaçların peşinden koşarak değiştiremezsiniz. Açık ve somut bir hedefe sahip olmalısınız. Tecrübeli bir aktivistin söylediği gibi: “Belirsiz ve fazla genel hedeflere genelde ulaşılamaz. Mesele, topluluğunuzu yönlendirmek isteyeceğiniz noktaya doğru kaçınılmaz olarak ivmelendirecek spesifik bir gelişmeyi kurgulamaktır.”

Önerme 2. Sadece vaazda bulunmak -yalnızca fikirlerin savunulması-, çok küçük bir azınlık dışında insanların davranışları üzerinde önemli, uzun vadeli değişimler gerçekleştiremez.

Önerme 3. Herhangi bir radikal hareket, samimi olabilecek fakat amaçları hareketin amaçları ile yalnızca gevşek bir bağa sahip birçok insanı kendine çeker. Sonuç, hareketin gerçek hedeflerinin, eğer tamamı ile orijinal halinden sapmazsa, belirsiz hale gelmesidir.

Önerme 4. Büyük bir güce erişen her radikal hareket, en geç orijinal liderleri (bunlar harekete henüz görece olarak zayıfken katılanlardır) öldüğünde ya da politik hayattan çekildiklerinde yozlaşır. Hareketin yozlaşmasından kastımız, hareketin üyelerinin ve özellikle liderlerinin, kendilerini tamamı ile hareketin ideallerine adayacakları yerde kendi şahsi çıkarları (para, güvenlik, toplumsal statü, güce sahip makamlar ya da kariyer gibi) peşinde koşmalarıdır.

Bu önermeleri kullanarak, her radikal hareketin yakın bir şekilde dikkat etmesi gereken belirli kurallar çıkarabiliriz.

Kural (i) Hareket, bir toplumu belirli bir tarzda değiştirmek için, ulaşıldığında arzu edilen değişimin gerçekleşeceği tek, açık, basit ve somut bir hedef seçmelidir.

Önerme 1’den, hareketin hedeflerinin açık ve somut olması gerektiği çıkmaktadır. Önerme 3’e göre, hareketin hedeflerinin belirsizleşme ya da orijinal halinden sapma eğilimi olacaktır; bu eğilime karşı en iyi önlem basit, açık ve somut bir hedefe sahip olmaktır. Epigrafta görüldüğü gibi Mao, “belirleyici çelişkinin” tespit edilmesinin önemini vurgulamaktadır. Bu “belirleyici çelişki,” genellikle, bir toplumu değiştirmek için hareketin ulaşması gereken temel ve tek hedefi işaret edecektir.

Zaferin kesin olmadığı herhangi bir çatışma durumunda, tüm çabanın kritik öneme sahip tek bir hedefe yönlendirilmesi her zaman için hayati öneme sahiptir. Napolyon ve Clausewitz gibi askeri teorisyen ve savaşçılar, güçlerin kritik önemdeki noktaya yoğunlaştırılmasının önemini fark etmişlerdir ve Lenin bu prensibin savaşta olduğu kadar politikada da önemli olduğunu vurgulamıştır. Fakat bunu bilmek için Napolyon, Clausewitz ya da Lenin’e ihtiyacımız yoktur—bu sağduyu gereği bilenebilecek bir olgudur: Zor bir mücadele ile yüz yüze kaldığınızda ve boşa harcayacak gücünüz kalmadığında, gücünüzü en iyi sonuçların alınacağı yerde, kritik öneme sahip tek bir hedefin üzerinde toplamak en mantıklısıdır.

Kural (ii) Eğer bir hareket bir toplumu değiştirmek istiyorsa hareket tarafından seçilen hedef öyle bir nitelikte olmalıdır ki, hedefe bir kez ulaşıldığında oluşan yeni durum geri döndürülemez mahiyette olsun. Bunun anlamı, toplumun hedefe ulaşılması ile birlikte değişen yeni durumunun, hareketin ya da başka birilerinin herhangi bir çabası olmaksızın değiştirilmiş halini kendi kendine muhafaza etmeye devam etmesidir.

Bir toplumu dönüştürebilmek için hareketin muazzam miktarda güce erişmesi gerekecektir, Önerme 4’e göre bu duruma ulaşan hareket kısa sürede yozlaşacaktır. Bu gerçekleştiğinde, hareketin üyeleri ya da onların halefleri, toplumun hareketin idealleri doğrultusunda değişen koşullarını korumak yerine şahsi kazanç elde etmek ve onları korumak ile meşgul olacaklardır. Bu sebeple toplum, eğer dönüşüm geri döndürülemez mahiyette değilse dönüştürülmüş biçimini koruyamayacaktır.

Kural (iii) Bir hedef seçildikten sonra, küçük bir azınlık, hedefi yalnızca fikirlerin vaaz edilmesi ve savunulmasından daha etkili bir şekilde kovalamaları adına ikna edilmelidir. Başka bir deyişle, azınlık kendisini pratik eylem için organize etmelidir.

Önerme 2’de söylendiği gibi, sadece fikirlerin vaaz edilmesi, toplumu dönüştürmekte yeterli olmaz. Fikirlerin savunulmasından daha etkili yöntemlerin uygulanabilmesi için bir grup insanın organize edilmesi gereklidir. En azından başlangıçta bu grup, normal şartlar altında çok küçük bir azınlıktan oluşacaktır. Çünkü, yine Önerme 2 uyarınca, fikirlerin vaaz edilmesinden ibaret metotlardan daha etkili yöntemlerin uygulanmasından önce sadece çok küçük bir azınlık harekete geçmeye ikna edilebilir.

Kural (iv) Radikal bir hareket, hedefine sadık kalabilmek için, kendi saflarına katılabilecek uygunsuz kişileri bünyesinden uzaklaştıracak yöntemler geliştirmelidir.

Bu önemli olabilir; çünkü Önerme 3’ün söylediği gibi, uygun olmayan kişilerin harekete kabul edilmesi hareketin hedeflerinin belirsizleşmesine ya da saptırılmasına sebep olabilir.

Kural (v) Devrimci bir hareket hedeflerini gerçekleştirecek güce ulaştıktan sonra, hedeflerini olabildiğince çabuk bir şekilde -orijinal devrimcilerin (harekete henüz zayıfken katılanlar) ölmesinden veya politik hayattan çekilmelerinden önce- gerçekleştirmelidir.

Daha önce belirttiğimiz gibi, hareket hedefine ulaşmak için oldukça güçlü hale gelmek zorundadır. Böylece, Önerme 4’e göre hareket kısa zamanda yozlaşacaktır. Yozlaştığında hedefine olan bağını yitirecektir. Dolayısı ile eğer hedefe ulaşılacaksa bunun hareket yozlaşmadan önce olması gerekir.

II. Önermelerin İncelenmesi

Önermeleri dikkatli bir şekilde inceleyelim ve ne kadar doğru olduklarını kendimize soralım.

Önerme 1. Bu önermenin doğruluğunu görebilmek için yukarıda alıntılanan tecrübeli aktivistin fikrine bel bağlamamıza gerek yoktur. Belirsiz ya da soyut hedeflerin etkili bir eylemliliğin temelini oluşturamayacağı açık olmalıdır.

Örneğin “özgürlük” kendi başına bir hedef olamaz, çünkü farklı insanların özgürlükten anladığı şey ve özgürlüğün farklı veçhelerine verdikleri önem farklıdır. Bu sebeple, belirsiz bir özgürlüğe ulaşmak adına etkili ve istikrarlı bir işbirliği yapılması imkansızdır. Aynı şey “eşitlik”, “adalet”, “çevreyi korumak” gibi belirsiz hedefler için de geçerlidir. Etkili bir dayanışmayı sağlamak için, katılan herkesin hedefin ne olduğu ile ilgili aşağı yukarı aynı anlayışa sahip olacağı açık ve somut bir hedef gereklidir.

Üstelik, hedef belirsiz ve soyut olduğunda, gerçekte başarılan pek bir şey olmasa da hedefe ulaşıldığı ya da ulaşılması yönünde gelişme kaydedildiği kolaylıkla iddia edilebilir. Örneğin Amerikalı politikacılar, bu ülkedeki günlük yaşamın gerçekliğinden bağımsız olarak “özgürlüğü” Amerikan yaşam tarzı ile aynı şey olarak görürler. Yurt dışında Amerikan çıkarlarını korumak ile ilgili yapılan her şey “özgürlüğü korumak” olarak adlandırılır ve muhtemelen çoğunluğu oluşturan pek çok Amerikalı bu tanımlamayı kabul eder.

Bahsedilen bu sebepler nedeniyle, radikal bir hareketin belirsiz ve soyut hedefleri başarılı bir şekilde kovalayamayacağı genellikle doğrudur. Peki bu her zaman için doğru mudur? Muhtemelen hayır. Örnek olarak Amerikan Devrimi’ne bakın. En geç 1776 Mayısında, Amerikan devrimcilerinin büyük çoğunluğu Britanya’dan bağımsız olmayı en yüksek öncelikli hedefleri olarak belirlemişlerdi. Bu hedef açık ve somuttu ve hedefe başarılı bir şekilde ulaşılmıştı. Fakat bağımsızlık devrimcilerin tek hedefi değildi: Aynı zamanda Amerika’da “Cumhuriyetçi” bir hükumet kurmak istiyorlardı. Çok farklı hükumet biçimleri cumhuriyet olarak adlandırılabileceği için bu, kesinlikle açık ve somut bir hedef değildi. Bu sebeple, bağımsızlık kazanıldıktan sonra, kurulacak “cumhuriyetin” nasıl olması gerektiği konusunda devrimciler arasında ateşli tartışmalar yaşanmıştır. Yine de devrimciler, cumhuriyet olduğu tartışılamayacak bir hükumeti kurmayı başarmışlar ve bu cumhuriyet günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.

Ancak yine de, devrimcilerin başarılı bir cumhuriyet hükumetini kurmayı Britanya’dan bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ve dolayısı ile katı bir muhalefet ile karşı karşıya değilken başarabildiklerini göz ardı etmemek gerekir. Üstelik Amerikan devrimcileri bazı özel avantajlara sahiplerdi: Model olarak yarı yarıya cumhuriyetçi bir model olan İngiliz modeli zaten önlerinde duruyordu. (Jefferson, İngiliz Anayasası’nı monarşi ve “özgürlük” arasında “hedefin yarısına ulaşmış” bir biçim olarak tanımlamıştı.) Devrimciler, İngiliz geleneğinden ve Aydınlanma filozoflarının eserlerinden miras aldıkları “ilerici” politik fikirleri paylaşıyorlardı. Üstelik İngiltere, uzun süredir temsili demokrasi yönünde ilerliyordu. Yani Amerikan devrimcileri, zaten var olan tarihsel bir eğilimi hızlandırmış oluyorlardı. Üstelik bu eğilimi çok da hızlandırdıkları söylenemez, çünkü kurdukları rejim tam olarak demokratik olmaktan uzaktı.

Bu bölümün III. Kısmı’nda, belirsiz ve soyut hedeflere ulaşmakta başarı gösteren hareketlerin diğer örneklerine bakacağız. Fakat biz, açık ve somut bir hedefe sahip olmayan bir hareketin, güçlü bir muhalefet ile karşılaştığı ve halihazırda mevcut tarihsel eğilimler tarafından desteklenmediği durumlarda başarılı olduğu açık ve iyi tanımlanmış örnekleri bilmiyoruz.

Bir hareketin, açık olmayan ve soyut hedefleri, güçlü bir muhalefete karşı ve hali hazırda işlemekte olan tarihsel bir eğilimin yardımı olmadan hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği kesin olarak söylenemez. Fakat, açık ve somut bir hedefe sahip olmayan hareketin büyük bir dezavantaja sahip olacağı gerçeği bakidir. Hareketin karşı koyması gereken muhalefet ne kadar güçlü ise hareketin birlik olması ve tüm enerjisini tek bir hedef üzerinde yoğunlaştırması o kadar gereklidir ve bunun başarılabilmesi için açık biçimde tanımlanmış bir hedef gereklidir.

Yine de Önerme 1, açık ve somut bir hedefe duyulan ihtiyacın çok yüksek olduğu durumlarda dahi soyut hedeflerin tamamı ile faydasız olduğu anlamına gelmez. Soyut hedefler, çoğu zaman hareketin somut hedefinin meşrulaştırılmasında ve motivasyonunda etkili bir rol oynar. Kaba bir örnek vermek gerekirse, “özgürlük” ile ilgili özlemler bir diktatörü alaşağı etmeye çalışan bir hareketi motive edebilir ve onu meşrulaştırabilir.

Önerme 2, genel ve gündelik tecrübeler ile ilgilidir. Sadece onlara bir şeylerin vaaz edilmesi ile insanların fikrini değiştirmenin ne kadar zor olduğunu hepimiz biliriz—genel anlamda. Gerçekte, Önerme 2’nin bazı önemli istisnaları bulunmaktadır. Fakat bunları tartışmadan önce, istisna gibi gözüken kimi durumların aslında pek de istisna olmadıkları vurgulanmalıdır.

Örneğin İsa Mesih’in öğretilerinin insan davranışlarını yönlendirmede etkili olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. İlk dönem Hristiyanların İsa’nın öğretilerine göre (bunları yorumladıkları şekliyle) yaşamaya çalıştıkları anlaşılmaktadır, fakat bu evrede Hristiyanlar çok küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı. Hristiyan yaşam tarzı, Hristiyanların sayısının artması ile birlikte zamanla yoğunluğunu kaybetmiştir ve Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nda egemen hale geldiğinde çok az sayıda Hristiyan M.S. birinci yüzyılda yaşamış Hristiyanlar gibi yaşıyordu. Dünyada işler eskiden olduğu gibi devam ediyordu; savaşlar, şehvet, açgözlülük ve aldatmanın bolca bulunduğu bir dünya.

Tabii ki gerçekte olan şey, Hristiyan doktrinlerin tarihin belirli bir döneminde bulunan bir toplum biçimine uyacak şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Batı Avrupa’da para ekonomisinin olmadığı Karolenj devrinde, İncil’in “faizi” yasaklayan buyrukları faizle borç vermenin her türünü kapsayacak şekilde yorumlanıyordu. Fakat bu yasak ekonomik gelişmeyi engellemeye başlayınca esnetilmiştir ve günümüzde faizle borç vermenin din tarafından yasaklandığını iddia eden bir Hristiyan’a rastlamak çok nadir bir durum olacaktır. İsa’nın kendisi -İncil’in onun fikirlerini doğru bir şekilde yansıttığını kabul edersek- her türlü mülk biriktirmeye karşıydı. Erken dönem Hristiyanları muhtemelen buna uygun yaşamaya çalışmışlardı, çünkü “ev ve toprak sahibi olan kim varsa bunları sattı ve buradan elde ettikleri paraları getirdiler ve bunları havarilerin ayakları altına serdiler ve bunları her insanın ihtiyacına göre paylaştılar.” Fakat bu davranış, Hristiyanlık yaygın bir hale geldikten sonra pek sürmedi.

İsa’nın “öldürmeyin” emri, hiçbir zaman tüm öldürme şekillerini yasaklamak amacında olmamıştır; sadece “cinayeti,” yani meşru olmayan öldürmeyi yasaklıyordu. Hristiyan toplumlar, tıpkı İsa’nın hiç var olmadığı durumda olacağı gibi, meşru olmayan öldürmenin ne anlama geldiğini kendi ihtiyaçlarına göre yorumlamışlardır. Bu sebeple, İsa’nın bu konudaki öğretilerinin herhangi bir elle tutulur etkisinin olduğu görülmemektedir.

Başka bir örnek için Karl Marx’a bakalım. Marx bir devrimci olarak yalnızca on iki yıl aktif olmuştur (1848-1852, 1864-1872) ve bu anlamda pek başarılı olduğu söylenemez. Oynadığı rol, temel olarak bir teorisyen, fikir savunucusu olmaktı. Fakat kimi zaman Marx’ın 20. yüzyıl tarihinde derin bir iz bıraktığı söylenir. Gerçekte derin izi bırakan kişiler eylem adamlarıdır. (Lenin, Trotsky, Stalin, Mao, Castro vb.) Marksizm adına devrimleri organize eden kişiler. Ve bu kişiler, kendilerine Marksist demeye devam ederken, “nesnel” şartlar farklı davranmayı gerektirdiğinde Marx’ın teorilerini bir kenara itmekten çekinmemişlerdir. Üstelik, yaptıkları devrimlerin sonucu olarak ortaya çıkan toplumlar, Marx tarafından öngörülen toplum biçimine yalnızca genel anlamda sosyalistik oldukları ölçüde benzemişlerdir.

Marx ne sosyalizmi keşfeden ne de devrim yapma isteğini ortaya çıkaran kişidir. Sosyalizm de devrim de Marx’ın zamanında “moda” olan kavramlardı ve yalnızca dahi bir adam onları düşündüğü için moda değillerdi. Modaydılar, çünkü zamanın toplumsal koşulları bunu gerektiriyordu (Marx’ın kendisinin ilk olarak üzerinde durduğu gibi). Marx hiç yaşamamış olsaydı dahi devrimciler yine olacaktı ve başka bir sosyalistik düşünürü kutsal azizleri olarak göreceklerdi. Bu durumda teorinin terminolojisi ve ayrıntıları farklı olacaktı, fakat devamında yaşanan politik hadiseler büyük ihtimalle çok benzer olacaktı. Çünkü o hadiseleri belirleyen Marx’ın teorileri değildi; bir takım “objektif’ koşulların, sosyalist devrimleri organize eden eylem adamlarının kararları ile harmanlanması sonucu ortaya çıkmışlardı. Eylem adamları da, daha önce belirttiğimiz gibi, Marx’ın teorilerinden çok, devrimci çalışmanın pratik gerekliliklerine göre hareket etmişlerdi.

Marx olmadığında yaşanacak politik hadiselerin farklı olacağını varsaysak dahi, yaşanan hadiseler Marx’ın fikirlerinin gerçeğe dönüştüğünü göstermemektedir. Çünkü sosyalist devrimler sonucu ortaya çıkan toplumlar Marx’ın öngördüğü ya da arzu ettiği toplumlara hiç benzememektedirler. Bu sebeple Marx, yalnızca fikirleri savunmakla pek bir şey elde etmiş gibi gözükmemektedir.

Benzer sebeplerle, fikirleri tarihi etkilediği varsayılan “büyük düşünürlerin” -bu düşünürlerin aynı zamanda, Muhammed Peygamber örneğinde olduğu gibi, fikirlerini pratikte uygulama kapasitesine sahip eylem adamları oldukları durumların haricinde- muhtemelen çok az bir kısmı hedeflerine ulaşmıştır. Dolayısı ile bu tarz düşünürler, fikirleri savunmanın kendi başına, insanların (belki çok küçük bir azınlık dışında) davranışında önemli ve kalıcı değişiklikler yapamayacağını söyleyen prensibe karşıt örnekler oluşturmamaktadırlar. Yine de Önerme 2’nin bazı istisnaları vurgulanmalıdır.

Küçük çocuklar kendi ebeveynlerinin ya da saygı duydukları diğer yetişkinlerin öğütlerini kabul etmeye bir hayli meyillidirler. Küçük bir çocuğa aşılanan prensipler onun davranışını yaşamı boyunca yönlendirebilir.

İnsanların dışarıdan aldığı fikirler, eğer bu fikirler birçok kişinin kendi kişisel çıkarları için uygulanabilecek mahiyette ise kişilerin davranışları üzerinde önemli ve uzun vadeli etkiler yapabilirler. Örneğin ampirik bilimin rasyonel metotları, ilk başta yalnızca küçük bir azınlık tarafından savunuluyordu. Bu fikirler onları uygulayanlara büyük pratik faydalar sağladığı için dünya çapında yaygınlaşmış ve uygulanabilir hale gelmişlerdir. (Yine de, bilimsel rasyonalite, onu uygulayanlara faydalı olduğu sürece istikrarlı bir şekilde uygulanmıştır. Bilimsel rasyonalite, amacın gerçekliği olabildiğince uygun bir şekilde tasvir etmek değil, fakat bir iddiayı ya da dünya görüşünü desteklemek olduğu ve bu sebeple irrasyonelliğin daha faydalı olduğu sosyal bilimlerin bazı alanlarında genellikle göz ardı edilmiştir.)

Modern toplumun iktidar yapısı, kitle medyasının ve yetenekli profesyonel propagandacıların kullanıldığı geniş ölçekli bir propaganda kampanyası ile insan davranışını değiştirebilir. Belki mevcut iktidar yapısı dışındaki bir grup da propaganda yolu ile insan davranışını değiştirebilir. Fakat bu yalnızca, grup devasa ve sofistike bir medya kampanyasını gerçekleştirecek kadar zengin ve güçlü ise mümkün olabilir. İnsan davranışının profesyonel propagandacılar tarafından değiştirildiği durumlarda dahi, bu değişikliğin sürekli olup olmadığı şüphelidir. Bu değişikliklerin, propagandanın sona ermesi halinde ya da propagandanın tam tersi fikirleri savunan başka bir propaganda kampanyası ile değiştirilmesi halinde kolaylıkla geri çevrilebildikleri anlaşılmaktadır. Bu yüzden Almanya’da Nazi, Sovyetler Birliği’nde Marksist-Leninist ve Çin’de Maoist propagandanın etkileri, bu propagandayı gerçekleştiren sistemlerin devam etmediği durumlarda kısa sürede ortadan kaybolmuştur.

Önerme 3. Muhtemelen her radikal hareket, belirli derecelerde, amaçları hareketin amaçları ile ancak çok az benzeşen kişileri kendine çekmek gibi bir eğilime sahiptir. Earth First! 1980 yılında kurulduğunda tek amacı vahşi doğanın korunması idi. Fakat aktivizmi sadece aktivizm için yapan ve vahşi doğa ile ilgili pek fazla endişeye sahip olmayan birçok solcu tipi de kendine çekmişti. Bunun iyi bir örneği Judi Bari’dir. Judi Bari radikal bir feministti; ABD’nin Orta Amerika’ya müdahalesine karşı gösterilere katılmıştı; kürtaj hakkı için mücadele etmişti ve nükleer karşıtı hareketin içinde bulunmuştu. “Sonunda çevreciliği de savunduğu davalar repertuvarına ekledi” ve Earth First!’e katıldı. Bu tarz kişilerin Earth First!’e hücumu, grubun orijinal amacının “sosyal adalet” meseleleri ile bulanıklaştırılarak çarpıtılmasına yol açmıştır.

Muhtemelen her radikal hareket, amaçları hareketten farklı olan insanlara aynı derecede çekici gelmez. Söz konusu olan şahsi riskler yüzünden illegal ve yasaklanmış hareketlerin pek çok eksantriği ve beceriksiz iyi niyetliği kendine çekmesi olası değildir. Fakat diğer yandan bu tarz bir hareket tehlike, komplo ve şiddete kendisi için değer veren maceracılara çekici gelebilir. Eğer bir hareket tek, spesifik ve açıkça belirlenmiş bir hedefe yönelik zorlu bir mücadeleye (legal ya da değil) tamamı ile odaklanmış ise kendini tamamı ile bu işe adamayacak kişilere pek çekici gelmeyecektir.

Bunun doğru olup olmamasından bağımsız olarak, birbirinden çok farklı amaçlara sahip insanlar bir harekete katılsalar dahi, eğer hareketin amacı basit, somut ve açık ise ve hareket tamamı ile bu amaca odaklanmış ise hareketin amacının bulanmasının ve rotasından saptırılmasının kaçınılmaz olmadığı gözükmektedir. Örneğin erken dönem feminist liderlerin pek çoğunun alkol karşıtlığı, barış (savaş karşıtlığı), pasifizm, kölelik karşıtlığı ve “ilerici” olarak adlandırılabilecek meseleler ile ilgilenen profesyonel reformcular oldukları görülmektedir. Fakat feminist hareket 1870 yılında tek bir hedefe, kadınlar için oy hakkı hedefine kitlendiğinde, 1920 yılında bu hedef gerçekleşene kadar ona sadık kalmıştır.

Dolayısı ile Önerme 3’te yer alan “eğilime sahiptir”, “olabilir” gibi ifadeler önermenin değişmez bir yasayı değil, toplumsal hareketlerin karşı karşıya olduğu bir tehlikeyi vurguladığını göstermektedir. Fakat bu tehlike, ciddi bir tehlikedir.

Önerme 4. Önerme 4’ün anlamının daha net bir şekilde ifade edilmesi gerekiyor: Bir hareketin takip eden iki durumun gerçekleşmesinden önce tam olarak yozlaşması kaçınılmaz değildir: i) Harekete üye olmanın çok az risk içermesi ya da hiç risk içermemesi (fiziksel zarar ya da dramatik bir statü kaybı anlamında). ii) Hareketin, mensuplarına para, güvenlik, makam, mevki, kariyer ya da toplumsal statü gibi genel tatminleri sunabilme imkanı—sadece hareketin içerisinde değil, aynı zamanda toplum genelinde de. Bu durumlarda dahi, hareket toplumda egemen bir güç olana kadar hareketin idealleri etkinliğinin bir kısmını koruyabilir; ancak bu gerçekleştikten sonra yozlaşma tamamlanmıştır.

Yukarıdaki açıklamanın dahil edilmesi ile birlikte Önerme 4 istisnasız olarak doğrudur. Henüz görece olarak zayıf bir radikal harekete katılan insanlar da, hareketin amaçlarından farklı amaçlara sahip olabilirler. Fakat bu insanlar, en azından, geleneksel anlamda bencil değillerdir; çünkü görece zayıf bir harekete katılmakla, herkesin peşinden koştuğu genel geçer çıkarları elde edemezler. Harekete üyelikleri gerçekte ciddi risk ve fedakarlıkları beraberinde getirebilir. Motivasyonlarının bir bölümünü güce erişme isteği oluşturabilir; fakat bu isteği, ileride güce erişecek ve hedeflerine ulaşacak bir harekete katılarak tatmin etmeye çalışırlar. Hareketin içinde de güç mücadeleleri olabilir. Fakat üyeler, halihazırda güçlü olan ve yerleşmiş bir hareketin sunacağı güç mevkilerini beklemeyeceklerdir.

Ancak hareket bir kez para, güvenlik, statü, kariyer, şahsi iktidar sağlayan istikrarlı pozisyonlar ve benzer avantajlar sunacak konuma geldiğinde, fırsatçılar üzerindeki çekim kuvveti dayanılmaz olacaktır. Bu aşamada hareket, yönetim aygıtları büyük bir genişliğe erişmiş büyük bir hareket haline gelmiş olacaktır; bu sebeple fırsatçıların uzak tutulması imkansız olacaktır. Bolşevikler Rusya’da egemen konuma geldikten sonra sahip olduğu güce rağmen Lenin dahi partiye akın eden fırsatçıları partiden uzak tutamamıştır. Trotsky’e göre bu insanlar, “Stalinist parti rejiminin dayanaklarından birini” oluşturmuşlardır. Üstelik hareket aşırı bir güç elde ettiğinde daha önceleri samimi olan devrimciler dahi gücün ayartmalarına kendilerini kaptırabilirler. “Özgürlük kahramanlarının tarihi, bu kişilerin iktidara gelince güç odakları ile ilişkiye girdiklerini göstermektedir. Ezilenlerin en diptekileri tarafından iktidara getirildiklerini unutabilirler. Genellikle bu kesimlerle olan ortak noktalarını kaybederler ve kendi destekçilerinin karşısına geçerler.” (Nelson Mandela)

Tarihe bakın: Kilise güçlü bir konuma geldikten sonra Hristiyanlığa neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Ruhban sınıfının yozlaşmışlığı, herhangi bir zaman diliminde, Kilise’nin gücü ile doğru orantılı olmuştur. Bazı papalar gerçek anlamda yozlaşmıştı. İslam bu konuda daha iyi bir örnek sunmamaktadır. Peygamberin ölümünden yirmi dört yıl sonra damadı Halife Osman isyancılar tarafından öldürüldü. Bu hadiseyi Müslümanlar arasındaki güç mücadeleleri, şiddet ve İslamiyet içerisindeki uzun süreli çatışmalar izledi. İslamiyet’in sonraki yıllardaki tarihi de ideallerine Hristiyanlıktan daha sadık kaldığını göstermemektedir. Fransız Devrimi’ni Napolyon’un, Rus Devrimi’ni ise Stalin’in diktatörlükleri izlemiştir. 1910-1920 yıllarındaki Meksika devriminden sonra devrimci ideallerin içeriği gerçekte devrim ile bir alakası olmamasına rağmen kendine “devrimci” demeye devam eden bir partinin diktatörlüğü ile boşaltılmıştır.

Sosyolog Eric Hoffer şöyle yazmıştır:

Bebeklik aşamasındaki Nasyonal Sosyalizm’i büyütürken dahi hareketin geçeceği tüm aşamalar ile ilgili açık bir vizyona sahip olan Hitler, hareketin yalnızca üyelerine bir şey sunamıyorken canlılığını koruyabileceği uyarısında bulunmuştur…

Hitler’e göre ‘hareketin dağıtacağı makam ve mevki ne kadar çoksa, sahip olacağı insan kalitesi o kadar düşük olur ve sonunda bu politik fırsatçılar başarılı bir partiye öylesine üşüşürler ki, eski günlerin dürüst savaşçıları hareketi tanıyamaz olurlar … Bu olduğunda hareketin ‘davasından’ geriye bir şey kalmamış demektir.’

Mart 1949’da komünistler Çin’de nihai zaferin eşiğindeyken Mao şu uyarıyı yapmıştır:

Zaferle birlikte Parti’de belirli davranış biçimleri ortaya çıkabilir—kibir, kahramanlık havaları, atalet ve gelişim göstermek konusunda isteksizlik, zevk düşkünlüğü ve zorlu yaşam koşullarından nefret… Yoldaşlara, alçak gönüllü olmaları, sağduyulu kalmaları ve çalışma biçimlerinde aceleden ve kendini beğenmişlikten uzak durmaları için yardım etmek gerek.

Söylemeye gerek yok ki Mao’nun uyarısı beyhude olmuştur. 1957 gibi erken bir tarihte şöyle yakınmıştır:

Son zamanlarda personelimiz bünyesinde çok tehlikeli bir eğilim kendisini göstermiştir— kitlelerin sevinçlerini ve zorluklarını paylaşma konusunda isteksizlik, kişisel ün ve kazanç endişesi.

Bugün Çin’deki Komünist Rejim yolsuzlukları ile meşhurdur. Bu durum, Parti üyeleri ve hükumet üyelerinin Komünist ideallerden çok kendi kariyerleri ile ilgili olmaları ile sınırlı değildir. Rejim daha derin olarak, topyekun bir kriminal yolsuzluk ile maluldür.

Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın sona ermesinden kısa süre önce Thomas Jefferson şöyle yazmıştır:

Henüz yöneticilerimiz dürüstken ve dayanışma içindeyken tüm esaslı hakları yasal bir zemine oturtmamız gerektiği ne kadar vurgulansa azdır. Savaşın bitmesi ile birlikte yokuş aşağı gitmeye başlayacağız.

Gerçekten de savaşın sona ermesi ile beraber birliği oluşturan on üç devlet arasındaki tartışmalar ve anlaşmazlıklar öyle noktalara ulaşmıştır ki ulusal birlik kopmanın eşiğine gelmiştir. Devrimciler, 1787 Anayasası’nı oluşturarak dağılmanın önüne geçebilmişlerdir. Fakat 1798 yılında yürürlüğe giren özgürlük karşıtı Yabancı ve Ayrılma Yasaları eski devrimciler arasında dahi Devrim ideallerinin zayıflamasının bir göstergesi olmuştur ve orijinal devrimcilerin çoğunluğunun öldüğü zamanlara gelindiğinde Amerikan politikasında bir idealizmin ve hatta dürüstlüğün kalmadığı söylenebilir. Birleşik Devletler’in neden Latin Amerika devletlerinin izlediği yolu takip etmediği ve bir diktatör ya da oligarşinin yönetimi altına neden düşmediği sorgulanabilir. Bu soruya verilecek cevabın bir kısmı, Amerikan kolonicilerinin, İngiliz kuzenleri gibi, yarı-demokratik bir hükumet biçimine uzun süredir alışmış oldukları ve bu sebeple otoriter bir rejim kuramayacakları ya da böyle bir rejimi tolere etmeyecekleri olacaktır.

II. Kuralların İncelenmesi

Kurallar doğrudan önermelerden çıkarıldığı için, kurallar ile ilgili tartışmamız önermeler ile ilgili yukarıdaki tartışmalarımızın belirli açılardan ayrıntılandırılması ve genişletilmesinden oluşacaktır.

Kural (i) bir hareketin tek, açık, basit ve somut bir hedefe sahip olması gerektiğini söylemektedir.

Meksika sivil toplum hareketi olarak adlandırılan oluşum Kural (i)’i açıkça ihlal eden bir hareketin başına gelenleri göstermektedir. Sivil toplum hareketi 1985 yılında ortaya çıkmıştır ve hedefleri “temerküz etmiş, merkezi iktidara karşı çıkmak” ve “insan hakları, vatandaşlık hakları, politik reformları savunmak ve tek-parti devleti egemenliğine karşı sosyal adalet” için mücadele etmek olmuştur. Bu sebeple hareket, adem-i merkeziyetçiliği ve “gücün dağıtılmasını” savunuyordu ve “ezilmişlerin, köylülerin, işçilerin, fakir insanların ve yerlilerin” yanlarında duruyordu.

Sivil toplum hareketinin tek, açık, somut bir hedefe sahip olmadığı açıktır. Hareketin bazı kısımları kendilerine tek, açık, somut hedefler seçmişlerdir. Örneğin Meksika’daki nükleer karşıtı hareket sivil toplum hareketinin bir parçasıydı ve sahip olduğu tek hedef Meksika’da nükleer enerjinin gelişmesini önlemekti. Bu hedefinde tamamı ile başarılı olduğu söylenemez çünkü Meksika’da bir nükleer santral faaliyete geçmiştir. Yine de, nükleer karşıtı hareketin “Meksika’da nükleerin geleceği konusunda büyük bir başarı elde ettiği söylenebilir;” çünkü Meksika’nın iktidar partisi “düzinelerce nükleer reaktör inşa etme planlarından vazgeçmiştir.”

Fakat bugün (2013) kim, ortaya çıkışından yirmi sekiz yıl sonra sivil toplum hareketi hakkında bir şey duymaktadır? Hareket, yukarıda sayılan genel hedefler doğrultusunda ciddi bir ilerleme kaydedemeden yok olup gitmiş gözükmektedir. “Muhafazakar” (“otoriter” okuyunuz) PAN partisinden Vicente Fox’un 2000 yılında başkan seçilmesi, PRI’nın iktidar tekelini kırarak “tek-parti devletinin egemenliğini” sonlandırmış gibi gözükebilir; ancak PRI teknokratlarının pek çoğu aslında “PAN ile girilecek bir tür iktidar paylaşımını” kendileri istemişlerdir. Böylece Meksika bir tek-parti devleti gibi görünmeyecek, fakat teknokratik kontrol altında kalmaya devam edecekti. Teknokratların iktidar paylaşımı düzenlemesi çok iyi işliyor gözükmektedir: PAN, başkanlığı iki altı yıllık dönem boyunca elinde tutmuştur (2000-2012) ve şu anda (2013) PRI yeniden iktidardadır. Meksika’da “gücün yeniden dağıtılması” gibi bir durumun söz konusu olduğu söylenebilir. 2008-2010’da:

Ülkenin çoğunda [uyuşturucu çeteleri] hükumetin kendisinden daha güçlü idi. Meksika’nın üç büyük uyuşturucu karteli, ülkenin endüstriyel merkezinin yer aldığı pasifik kıyılarının ve turizmin merkezi olan Meksika Körfezi’nin kontrolünü elinde bulunduruyordu. Çeteler politikacıları, polisleri ve gazetecileri korkutamadıkları ya da satın alamadıkları durumlarda öldürmekten çekinmiyorlardı. Fakat yine de, fakir Meksikalılar için birer halk kahramanıdırlar. [Çeteler], Meksika’nın elit özel hareket kuvvetlerinin birçok üyesini bünyesinde bulundurmaktadırlar. Aynı zamanda çeteler, Meksika’nın iktidar yapısına sızmış durumdadırlar. Yerel polisten, ordu generallerine ve başkan yardımcılarına kadar hükümetin her seviyesini yozlaştırmışlardır.

Meksika hükümetinin günümüzde (2013) uyuşturucu çetelerine üstünlük kurmaya başladığına dair işaretler bulunmaktadır. Fakat çeteler sahip oldukları gücü ilelebet korusalar dahi, bu durumun sivil toplum hareketini başlatanların hayallerindeki “iktidarın paylaşılması” ile aynı anlama gelmeyeceği açıktır. Dolayısı ile, hareketin kimi bölümleri spesifik hedeflerine ulaşmış olsa bile hareketin genel olarak başarısız olduğu söylenebilir.

19. yüzyılın ilk üçte ikisi boyunca İngiltere ve Birleşik Devletler’de feministlerin hedefi kadınları toplum nezdinde güç, saygınlık ve fırsatlar açısından erkekler ile eşit hale getirmekti. Bu hedefin belirsiz ve genel bir hedef olması yüzünden bu erken dönem feministlerinin pek bir başarı elde edememeleri sürpriz değildir. Fakat, daha önce de gördüğümüz gibi, 1870 yıllarında feministler tek, açık, basit ve somut bir hedef üzerinde karar kılmışlardır: Kadınların oy hakkını elde etmesi. Belki de oy hakkının, güç yolundaki diğer kapıları kadınlara açacak anahtar olduğunu ve böylece başka hedeflere ulaşmalarında bir araç olacağını fark etmelerinden dolayı, kadınlar için oy hakkını kazanmak feministlerin çabalarını yoğunlaştırdıkları ve sonunda 1920 yılında ulaştıkları tek hedef olmuştur.

1920 yılından beri feminist hareketin tek, açık ve somut bir hedefi olmamıştır. Hareket, muhtelif hedeflerin peşinden koşan ve çoğunlukla birbiri ile anlaşamayan çeşitli fraksiyonlara bölünmüştür. Kural (i)’i bu şekilde ihlal etmelerine rağmen feministler, genel hedefleri yönünde istikrarlı bir gelişme göstermişlerdir—kadınları güç, saygınlık ve fırsatlar bakımından erkekler ile eşit hale getirmek. Fakat feministler, Kural (i)’i ihlal etmelerini telafi eden kritik önemde bazı avantajlara sahiptirler.

İlk olarak, erken dönem feministlerinin iyi seçilmiş merkezi hedefleri -oy hakkı- kadınlara kolektif bir güç vermiştir: Seçimleri kazanmak isteyen hiçbir politikacı kadınların isteklerini göz ardı etmeye cesaret edemez. Daha da önemlisi, tarihin akışı feministlerin yararına çalışmaktadır. Sanayi Devrimi’nin başından beri “eşitliğe” yönelik güçlü bir eğilim bulunmaktadır—bunun anlamı, bireyler arasındaki, teknolojik sistemin ihtiyaçlarının gerekli kıldığı farklılıklar haricindeki tüm farklılıkların ortadan kaldırılmasıdır. Böylece, bir matematikçi sadece matematikteki yetenekleri ile, bir mekanikçi sadece motorlar konusundaki bilgisi ile, bir fabrika müdürü sadece fabrikayı idare etme becerisi ile değerlendirilir. Geçen zaman ile birlikte matematikçi, mekanikçi ve fabrika müdürü arasındaki din, sosyal sınıf, ırk, cinsiyet vb. farklılıkların alakasız addedilmesi beklenir. Feministlerin eşitlik hedefi bu tarihsel eğilim ile aynı doğrultuda olduğu için, feminizme olan tepki zaman içerisinde istikrarlı bir şekilde azalmış ve en geç 1975’ten itibaren medya ve kültürel ve politik iklim, ağırlıklı olarak, cinsiyet eşitliğini destekleyen bir konuma geçmiştir.

1945 sonrası İngiliz ve Amerikan feminizmi ile Meksika sivil toplum hareketinin karşılaştırılması, bir hareketin karşılaştığı muhalefet ne kadar güçlü ise o hareketin tüm enerjisini tek ve açık olarak tanımlanmış bir hedef üzerinde yoğunlaştırmasının bir o kadar önemli olduğu prensibini göstermektedir. Feministlerin cinsiyet eşitliği ile ilgili belirsiz hedefleri doğrultusunda istikrarlı bir ilerleme kaydetmelerinin bir sebebi, 20. yüzyılın ortalarından itibaren ciddi bir muhalefet ile karşılaşmamış olmalarıdır. Fakat Meksika sivil toplum hareketi, güçlerinden feragat etmek istemeyen politikacılar ve teknokratların sert muhalefeti ile karşılaşmıştır ve hareketin tek, açık ve somut bir hedefe yoğunlaşmaması başarısızlığa davetiye çıkarmıştır.

Kural (i) ile bağlantılı olarak İrlanda tarihine bakmak öğreticidir. En geç 1771’den 1880’li yıllara kadar, İrlanda köylülerinin yaşamak zorunda oldukları kötü koşullar sebebi ile İrlanda’da kronik kırsal ayaklanmalar olmuştur. 1798 yılında şiddet içeren bir devrim girişimi olmuştur; fakat büyük oranda örgütlenmeden ve disiplinden yoksun olduğu için ve açık bir hedefe sahip olmadığından feci bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

İrlandalılar, ancak Daniel O’Connell’ın gelişi ile birlikte ilerleme kaydetmeye başlamışlardır. O’Connell politik bir dahi ve büyüleyici bir hatipti. Fakat diğer birçok politik dehanın aksine, kendisini ülkesinin refahına adayan samimi bir vatanseverdi. O’Connell’ın nihai hedefi “İrlanda halkının koşullarını iyileştirmekti.” Bu belirsiz ve genel hedefe yönelik bir adım olarak O’Connell kendisine açık ve somut bir hedef, “Katolik Kurtuluşu” hedefini seçmişti. Bu, İrlandalı Katolikleri bazı siyasi engellere maruz bırakan yasaların yürürlükten kaldırılması anlamına geliyordu. (Örneğin Katoliklerin yargıç ya da parlamenter olma hakları yoktu.) Katolik Kurtuluşu doğrudan, yalnızca önemli mevkilere gelebilecek ya da Parlamento’ya seçilebilecek küçük bir azınlığa fayda sağlayacaktı; fakat Katoliklerin Parlamento’da temsil edilmelerini sağlayarak ve (daha önemlisi) Britanya hükumetine karşı kolektif bir eylem ile üstün gelebileceklerini kanıtlayarak, Katolik köylülere dolaylı olarak büyük fayda sağlayacaktı.

O’Connell, Katolik Kurtuluşu hedefine yoğunlaşan inanılmaz derecede iyi organize olmuş ve disiplinli bir hareket kurdu ve bu hedefe altı yıl gibi bir sürede ulaşıldı. Hiç şüphe yok ki Katolik Kurtuluşu, feminist hareketin de arkasında olan “eşitliğe” yönelik tarihsel eğilim ile uyumlu olduğu için için er ya da geç yine ulaşılacak bir hedefti. Fakat O’Connell ve organizasyonu olmasaydı Katolik Kurtuluşu hedefine ulaşılması muhtemelen belirli bir süre daha gecikecekti. Çünkü Kurtuluş, 1829’da Britanya tarafından gönülsüz bir şekilde kabul edilmişti ve O’Connell, hükumetin 1789’dakine benzer şiddetli bir ayaklanma daha çıkması korkusu üzerinde oynamasaydı muhtemelen bu da gerçekleşmeyecekti. (Bu sebeple, acımasız bir şekilde bastırılmasına rağmen 1798 ayaklanmasının beyhude olmadığını vurgulamak gerekir.)

Söylemeye gerek yok ki tek, açık, basit ve somut bir hedef peşinde koşan mükemmel bir organizasyona sahip olmak başarı garantisi değildir. O’Connell 1840 yılında, İngiltere ve İrlanda’yı bir parlamento çatısı altında birleştiren Birleşme Yasası’nı yürürlükten kaldırmak için Repeal Association’ı kurmuştu. Burada amaç İrlanda’yı İngiltere’den koparmak değil, İrlanda İngiltere’nin yönetimi altında kalmaya devam ederken İrlanda’ya özgü bir parlamento kurmaktı. O’Connell bu amaç için tekrar, İrlanda halkının geniş desteğine sahip yüksek disiplinli bir hareket kurmuştu. Fakat bu kez hedefine ulaşamadı. Çünkü Britanya hükümeti ve parlamento sert bir tutum takındı ve Birleşme Yasası yürürlükten kaldırılmadı.

O’Connell’ın Repeal Association’ının başarısız olmasına katkı yapan bir faktör, 1846-49 yıllarında yaşanan Büyük Patates Kıtlığıdır. Köylüler kitleler halinde açlıktan ölürken O’Connell’ın politik hedefleri onlara alakasız görünüyordu. 1847 yılında, kıtlık sırasında, Repeal Association üyesi bir grup, İrlanda Konfederasyonu adı verilen yeni bir organizasyon kurdu. Yeni grup, hemen spesifik bir hedefe sahip olmaları gerektiğini fark etti. Fakat görünüşe göre, kıta Avrupasında kopan 1848 ayaklanmalarına kadar bu hedefin ne olması gerektiği konusunda anlaşamadılar. Bu olaylardan ilham alan İrlanda Konfederasyonu, şiddet içeren bir devrimi kendilerine hedef olarak belirledi; amaç İrlanda’nın Britanya’dan bağımsızlığı idi. Aynı yıl radikaller tarafından girişilen ayaklanma, bir bakıma radikallerin de beceriksizliği fakat daha önemlisi halk desteğine sahip olmadığı için başarısızlık ile sonuçlandı. Sokaktaki adam yalnızca kendi kısa vadeli maddi refahı ile, hatta bizzat hayatta kalabilmek ile ilgileniyordu ve Konfederasyon’un milliyetçiliğine pek ilgi duymuyordu.

1856 yılında James Stephens isminde bir lider (1848 ayaklanmasında hayatta kalanlardan), açık ve somut bir hedef olan İrlanda’nın topyekun politik bağımsızlığı üzerinde karar kılmıştı. Bağımsızlığı bir “cumhuriyetin” kurulması izleyecekti. Fakat ikinci hedefin belirsiz olması muhtemelen çok önemli değildi; çünkü cumhuriyet, bağımsızlık elde edilmeden zaten kurulamayacaktı. Bu sebeple, cumhuriyet kurmak gibi belirsiz bir hedef somut ve spesifik bağımsızlık hedefini engellemeyecekti. (Bu durumu, Amerikan devrimcilerinin yukarıda tartışılan durumu ile karşılaştırın.)

Mükemmel bir örgütçü olan Stephens, 1867 yılında İrlanda’yı Britanya’dan koparmak için bir ayaklanma girişiminde bulunan güçlü bir devrimci hareket kurdu. Konumuz ile alakası olmayan bazı sebepler yüzünden ayaklanma büyük bir başarısızlık ile sonuçlandı. Fakat o tarihten 1916 yılına kadar, Britanya’dan tamamı ile bağımsız olmaya yönelik istek İrlanda halkında hemen hemen hiç destek bulamayan aşırı milliyetçi küçük bir azınlık tarafından canlı tutuldu. İrlanda’lı köylüler ilk başlarda yalnızca toprak sahiplerinin baskısından kurtulmakla ilgileniyorlardı ve milliyetçi idealler ile alakaları yoktu. Köylülerin çektiği acılar Batı medeniyetindeki genel özgürleşme eğilimi ile hafifletilmekteydi ve bu süreç Parnell ve Gladstone’un çabaları ile hızlandı. Böylece köylülerin koşulları adım adım iyileşti ve en geç 1910 yıllarında, onları radikal bir eyleme motive edecek ciddilikte bir şikayetleri kalmamıştı.

Böylece 20. yüzyılın ikinci on yılında, İrlandalIların Britanya’dan ayrılmak için geçerli sebepleri kalmamıştı; bu ayrılık tarihsel bir zorunluluk olarak da görülmüyordu. Buna rağmen, aşırılıkçıların inatçı bir şekilde topyekun bağımsızlık hedefinde diretmeleri sonunda meyvesini verdi. 1916 ve 1921 arasında, ilk başta anlamlı bir desteğe sahip olmayan ve küçük bir azınlık olan aşırı milliyetçilerin İrlanda halkının çoğunluğunu kendi yanlarına çekebilmeleri olağanüstü bir durumdur. Terörist taktikler ve gerilla savaşı yolu ile milliyetçiler, Britanya hükumetini, İrlanda köylülerini ona yabancılaştıran ve kitleler halinde devrimcilerin kollarına sürekleyen sert tedbirler almaya mecbur bırakmıştır. Sonuç İrlanda’nın topyekun bağımsızlığının derhal kazanılması olmamıştır. Askeri durum, devrimcilerin hedeflerine tam ulaşacakları sırada durmalarına (geçici olarak) ve “dominyon statüsünü” kabul etmelerine yol açmıştır; yani Kanada ile Britanya arasındaki ilişkiye benzer bir durum. Bu, İrlanda’yı pratik olarak Britanya ile sembolik bağlara sahip bağımsız bir ülke haline getirmiştir. Fakat buna rağmen devrimciler meseleyi kapanmış olarak görmemişler ve bu yeni statüyü daha sonra ulaşılacak tam bağımsızlık yolunda bir adım olarak görmüşlerdir.

Yine de, milliyetçi hareketin güçlü bir fraksiyonu, Eamen de Valera’nın politik liderliğinde dominyon statüsünü kabul etmeyi reddetmiş ve kısa fakat kanlı bir iç savaş sonrası bastırılabilmişlerdir. Muhalif kanadın bir bölümü varlığını sürdürmüştür; fakat çoğunluk, normal bir bileşen olarak İrlanda parlamenter sistemine entegre olmuştur. De Valere uzun yıllar boyunca İrlanda’nın başbakanlığını yapmış ve en geç 1949 yılında ülkesini Britanya’dan tamamı ile bağımsız hale getirmiştir—Britanyalıların da olur vermesiyle.

Sonuç olarak radikal İrlanda milliyetçileri on yıllar boyunca çabalarının merkezinde yer alan açık, basit ve somut tek hedefe ulaşmışlardır. Üstelik bu hedef, muhtemelen, milliyetçilerin çabaları olmadan ulaşılamayacak bir hedefti. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi İrlanda’nın bağımsız olmasını gerektirecek tarihsel bir sebep (eğer bu sebebi, milliyetçilerin varlığının kendisi oluşturmuyor idiyse) görünüşte bulunmamaktaydı.

Hiç şüphe yok ki bağımsızlık, aşırı milliyetçilerin 1922 yılında dominyon statüsünün elde edilmesiyle hemen hemen ulaştıkları en önemli hedefleriydi. Peki milliyetçilerin diğer hedefleri için ne söylenebilir? Diğer hedeflerin her biri için söylenebilecek şey muhtemelen, ya bu hedeflere milliyetçilerin herhangi bir çabası olmadan dahi genel tarihsel eğilimlerin bir sonucu olarak ulaşılacak olması; ya da bu hedeflere ulaşılmasının yalnızca sembolik bir anlamının olduğu; ya da bu hedeflere orijinal devrimcilerin tatmin olmadığı bir tarzda, hedefin tam olarak gerçekleşmediği bir şekilde ulaşıldığıdır.

19. yüzyıl İrlanda devrimcilerinin hedeflerinden bir tanesi köylülerin sefaletlerinin azaltılması idi. Devrimcilerin, bu hedefin gerçekleştirilmesini hızlandırdığı söylenebilir; çünkü Britanya’nın devrimci şiddet korkusu Parnell gibi reformcuların görevini kolaylaştırmıştır. Fakat daha önce de vurguladığımız gibi, köylülerin sonunda sefaletten kurtulacak olmaları Batı Avrupa’da zaten mevcut olan uzun vadeli tarihsel bir eğilimin garantisi altındaydı.

Aşırı milliyetçilerin diğer bir hedefi bir “cumhuriyet” kurmaktı. Bu, daha önce Amerikan Devrimi bağlamında da belirttiğimiz gibi, çok değişik devlet biçimleri “cumhuriyet” olarak adlandırılabileceğinden belirsiz bir hedefti. Britanya, İspanya ya da Hollanda gibi anayasal monarşiler teknik olarak cumhuriyet değildirler; fakat bu ülkelerin yönetim şekilleri, pratik açıdan, cumhuriyet olduklarına şüphe olmayan Fransa ya da Birleşik Devletler’den çok az farklıdır. 1949 yılında İrlanda’da cumhuriyetin ilan edilmesi gerçekte çok az şeyi değiştirmiştir. “Cumhuriyet,” bir isimden ya da sembolden fazlası değildi. Eğer “cumhuriyetten” anlaşılacak şey “temsili demokrasi” ise, İrlanda’nın, resmi açıdan cumhuriyet olarak ilan edilmesinden çok daha önce özü itibarıyla bir cumhuriyet olduğu söylenebilir. Üstelik bağımsızlık hedefine bir kez ulaşıldığında, tıpkı Batı Avrupa’daki diğer ülkelerin tamamının temsili demokrasiler haline gelmesi gibi, İrlanda da mevcut tarihsel eğilimlerin etkisi ile birlikte temsili demokrasi haline gelecekti. Üstelik İrlanda’nın orijinal devrimcilerinin hayallerindeki cumhuriyeti kurabildikleri şüphelidir, çünkü bu devrimcilerden en azından bazılarının kafasında daha sosyalistik bir cumhuriyet vardı.

Bunların haricinde devrimciler İrlanda’nın “İngilizleşmesini” önlemek ve İrlanda dili ve kültürünü korumak istiyorlardı. Devrimcilerin bu konuda tamamen başarısız oldukları söylenemez, fakat elde ettikleri başarı pek de parlak değildir. Günümüzde İrlandaca, İrlanda nüfusunun çok küçük bir bölümünün ana dilidir. Okullarda okutulmasına ve “[2003] itibari ile, 20. yüzyılın çoğunluğunda olduğundan daha yaygın bir şekilde okunup, konuşulup, anlaşılmasına rağmen”, modern İrlanda halkının çoğunluğunun İrlanda dilinde akıcı bir şekilde konuşuyor olmaları pek olası değildir. Çünkü bir dili sadece okulda öğrenen kişiler arasında ancak çok küçük bir azınlık onu akıcı olarak kullanabilir hale gelir. İrlanda temelde İngilizce konuşan bir ülkedir. Bundan, diğer İngilizce konuşan ülkelerin İrlanda üzerindeki kültürel etkisinin bir hayli fazla olduğu sonucu çıkar. İrlanda’nın “İngilizleştiğini” söylemenin doğru ya da yanlış olmasından bağımsız olarak, İrlanda’nın (henüz tam olarak tamamı ile modernleşmemiş birkaç istisna bölgenin varlığını sürdürmesi olasılığı haricinde) Batı Avrupa’da gerçekleşen homojenizasyon sürecinin aynısından geçtiğine şüphe yoktur. Büyük ihtimalle modern İrlanda, kültürel anlamda, diğer Batı Avrupa ülkelerinden, bu ülkelerin birbirleri arasındaki farklardan daha uzakta değildir. Geleneksel zanaatlar, sanat, müzik ve benzerlerinin günümüzde milliyetçilerin yokluğunda olacağından daha yoğun bir biçimde varlığını sürdürmesi mümkündür; fakat İrlanda’nın günümüzdeki temel kültürünün modern endüstriyel toplumun evrensel kültürü olduğu kesindir. Geleneksel sanat ve zanaatler, turistleri eğlendirmek için kullanılan ve İrlandalIların kendisine modern dünyadan bir kaçış sunan ilginçliklerden ibarettir.

Linguistik ve kültürel değerlerin bu seviyedeki bir muhafazası 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl devrimcileri için yeterli olacak mıydı? Muhtemelen hayır. “Bugün çok az sayıda İrlanda’lı, İrlanda milliyetçilerinin başardıklarını, İrlandalıların çok uzun bir zaman boyunca o ya da bu şekilde peşinden koştukları yarı-mistik idealin gerçek bir tamamlanışı olarak görecektir.”

İrlanda devrimcilerinin diğer alanlarda hiç bir başarı elde etmedikleri iddia edilemez; fakat elde ettikleri tartışılmaz ve tam başarı, birkaç on yıl boyunca temel amaçlarını oluşturan tek, açık, basit ve somut hedef olmuştur: İrlanda’nın Britanya’dan politik bağımsızlığı.

Feminizm ve İrlanda milliyetçiliği örnekleri (diğerleri ile birlikte), Kural (i)’in, hiçbir toplumsal hareketin yalnızca tek, açık, basit, somut bir hedefe yoğunlaşmadan hiçbir başarı elde edemeyeceği şeklinde anlaşılmaması gerektiğini göstermektedir. Fakat bunlar ve incelediğimiz diğer örnekler, bir şeyler başarmak isteyen her hareketin Kural (i)’i dikkatli bir şekilde incelemesi gerektiği ve bu kuraldan yalnızca kesin, güçlü ve ikna edici sebeplerin varlığında ayrılması gerektiği önerisini desteklemektedir.

Kural (zz)’ye göre, toplumu dönüştürmek isteyen bir hareketin seçeceği hedefin doğası öyle olmalıdır ki, hedefe ulaşılması ile gerçekleşecek toplumsal değişimler geri döndürülemez mahiyette olsun-bunun anlamı, gerçekleştirilen değişimlerin, hareketin ya da başka birisinin daha sonra yapacaklarına bağlı olmaksızın varlıklarını muhafaza etmesidir. Böyle bir hedefin gerekliliğinin sebebi, hareketin bir kez iktidarı ele geçirdiğinde “yozlaşacak” olması ve bu yüzden öncelikli ideallerine ve hedeflerine sadık kalmayacak olmasıdır.

Örneğin, feministlerin kadınlar için oy hakkını elde etmeleri geri döndürülemez mahiyettedir; çünkü (başka sebepler ile birlikte) kadınların bir kez oy hakkını elde etmesi ile birlikte bu hakkın onlardan demokratik süreçler yolu ile geri alınması, kadınların çoğunun rızası olmadan gerçekleştirilemez—üstelik kadınların bunu kabul etmesi, etkili ve yozlaşmamış bir feminist hareketin yokluğunda dahi pek mümkün değildir. Tabii ki, feministlerin başarısı mutlak anlamda geri döndürülemez değildir. Kadınlar oy haklarını demokratik hükumet biçiminin tamamen ortadan kalkması gibi köklü toplumsal değişimler ile kaybedebilirler.

Calvin tarafından Cenova’da kurulan teokratik Cumhuriyet, bir hareketin ulaştığı hedeflerin ve bununla bağlantılı toplumsal değişimlerin, hareketin yozlaşması sebebi ile sonradan tersine döndüğü bir durumun örneğini oluşturmaktadır. Fakat daha sık olarak gerçekleşen durum, bir hareketin hedeflerine ulaşmadan önce yozlaşması ve bu sebeple hedefin en başta, hiçbir şekilde tam olarak gerçekleşmemesi dir. Örneğin Rusya’da Bolşevik/Komünist hareket, sosyalist bir toplumun inşasının ilk aşamalarında yozlaşmıştır ve Bolşeviklerin tahayyül ettiği toplum biçimine hiçbir zaman ulaşılamamıştır. Fransız Devrimi, devrimci fraksiyonların tahayyül ettiği toplumsal biçimlerden hiç birisinin yanına dahi yaklaşamadan yozlaşmıştır.

Bu kitabın yazarı, devrimci bir hareketin çabalarını (Kural (i)’de belirtildiği gibi) tek, açık, basit, somut bir hedef üzerinde yoğunlaştırdığı ve bu hedefe ulaşılması ile elde edilen başarının hareketin yozlaşması ile geri alındığı tartışmasız derecede açık bir örnek ile karşılaşmamıştır. Açık, basit, somut bir hedefe bir kez ulaşıldığında, bu hedefin getirdiklerinin geri alınması, belirsiz ya da karmaşık bir hedefe göre şüphesiz ki çok daha zordur. Çünkü, böyle bir hedefe ulaşılmasının sonuçlarının geri alınması çok bariz olacaktır ve bu sebeple, böyle bir şeyin gözlerden kaçırılması çok zordur. Bu durum, bir hareketin Kural (i)’e uyma gerekliliğinin başka bir sebebidir.

Demokratik bir hükumetin kurulması pek açık ve net bir hedef değildir, çünkü günümüzde “demokratik” olarak adlandırılan hükumet biçimleri arasında önemli farklar bulunmaktadır. Fakat demokratik hükumet, en azından “özgürlük”, “eşitlik”, “adalet”, “sosyalizm” ya da “çevreyi korumak” gibi belirsiz hedeflere kıyasla çok daha açık bir hedeftir. Dünya üzerindeki çeşitli ülkelerin tarihinden demokrasinin ne ölçüde geri döndürülebilir bir başarı olduğunu biliyoruz. Demokratik bir hükumetin askeri bir darbe ile ortadan kaldırılması Latin Amerika ve Afrika’da o kadar yaygın bir olaydı ki, demokrasiye yönelik böyle bir müdahale Batı Avrupa’da ya da Birleşik Devletler’de ancak kaşların şöyle bir kalkmasına sebep oluyordu. Askeri darbe, genellikle, demokrasinin yozlaşması ile ortaya çıkan bir şey değildir; fakat zaten demokrasiyi en başta istemeyenlerin bir zaferidir. Ancak demokrasinin yozlaşma (kelimenin bizim bahsettiğimiz anlamı ile) yolu ile ölmesi muhtemelen askeri darbelerden daha yaygındır ve bu gerçekleştiğinde, bir ülkenin yönetimini pratik olarak bir kişi ya da oligarşi eline almış olsa dahi, demokrasinin görünüşteki biçimleri korunur. Bu durumu Sovyetler Birliği’nin dağılmasından beri Rusya’da görmekteyiz: Vladimir Putin, en başlarda, Rus demokrasisinin büyük şampiyonu Boris Yeltsin’in bir gözdesiydi ve Rusya günümüzde parlamenter demokrasinin bilindik kurumlarını muhafaza etmeye devam etmektedir. Fakat Putin’in hemen hemen bir diktatör olduğu söylenmektedir.

Latin Amerika’daki demokrasinin yozlaşmışlığı herkesin malumudur. Arjantin’li bir grup bilim adamı aşağıdaki örneği vermektedirler:

Yönetimin ağırlık merkezi Devlet’ten, kendi aralarında ayrıcalıklı bir zenginleşme sistemi oluşturan kısıtlı bir ekonomik ve toplumsal kliğe (dahili gruplar), yavaşça ve sessizce kaymıştır. İthalat ya da döviz ticareti için lisans almak, arazi üzerinde spekülasyon da dahil olmak üzere diğer ekonomik faaliyetlerin hepsinden daha fazla kişiyi daha kısa sürede zengin etmiştir. Bu, fınans sektöründe hakim olan ailelerin politik kanallara girme yoludur … . Devlet ile müzakerelere girmek amacı ile ittifak kuran “aile gruplarının” ayrıcalıklı bir sistem oluşturmak için partiler ve hükumet nezdinde politik faaliyette bulunan istikrarlı ve bölünmez organizmalara dönüştüğü bir metamorfoz yaşanmıştır.

Demokratik bir hükumetin yapısı kolaylıkla bozulabilir, çünkü demokratik hükumet karmaşık bir mekanizmadır ve “demokrasi” kavramının kendisi açık olmaktan uzaktır. Bu yüzden, fark edilmeyen ve küçük değişikliklerin zaman içinde birikmesi ile sonunda insanların bir sabah ülkelerinin artık bir demokrasi olmadığı gerçeğine uyandıkları bir süreç yaşanabilir. Demokrasiyi, feministlerin ve İrlanda milliyetçilerinin açık ve basit başarıları ile karşılaştırınız—sırasıyla, oy hakkı ve İrlanda’nın politik bağımsızlığı. Bu başarılar açık ve basittir; bu sebeple, kimsenin fark edemeyeceği bir şekilde içlerinin boşaltılıp geçersiz kılınmaları kolay değildir. Yine de şunu vurgulamamız gerekir ki, İrlanda’nın resmi politik bağımsızlığının çiğnenmesi çok açık olacakken, İrlanda’nın Britanya’ya ekonomik olarak ya da başka açılardan bağımlı hale gelmesi olasıdır.

Demokratik bir hükumet biçiminin kurulması genelikle geri döndürülebilir bir toplumsal değişim olsa da demokrasinin kendisinin geri döndürülebilir olduğu söylenemez. Demokrasinin, belirli bir durumda geri alınabilir ya da geri alınamaz olması, demokratik hükumetin kurulduğu ülkenin kültür ve tarihine ve bu ülkenin içinde bulunduğu uluslararası duruma bağlıdır. Amerikan devrimcilerinin kurduğu ve demokratik olarak adlandırılabilecek sistem, devrimci idealizmin sönmesine rağmen varlığını sürdürebilmiştir. Bunun bir sebebi, Amerikan kolonicilerinin yarı-demokratik bir hükumet biçimine zaten uzun süredir alışkın olmalarıdır. Günümüzde Latin Amerika’daki demokratik hükumetlerin başarı şansının birkaç on yıl önceye göre daha fazla olduğu gözükmektedir, çünkü muhtemelen modernleşme ile bağlantılı kültürel ve ekonomik değişiklikler bu ülkelerde toplumsal disiplinin seviyesini yükseltmiştir. Dikkat edilmesi gereken diğer bir faktör, uluslararası iklimin açık diktatörlüklere (bir kişinin ya da bir partinin diktatörlüğü olsun) karşı daha toleranssız hale gelmesi ve ulusların, en azından, demokrasinin görüntüsünü korumak konusunda baskı altında olmalarıdır. Örneğin Afrika’da, uluslararası yardım organizasyonları 1994 yılındaki askeri darbeden sonra Gambiya’ya yardımı kesmiştir ve ancak demokratik süreçlere dönüldükten sonra yardıma devam etmiştir. IMF tarafından Tanzanya’ya 1980’de yapılan yardımın ön koşulu politik reformlar olmuştur. Kenya’da “Batının yaptığı finansal yardım politik ve ekonomik reform taleplerine bağlanmıştır.” ve böylece 1991 yılında “çok partili seçimleri getiren anayasa değişiklikleri yapılmıştır.” Diğer yandan, demokrasinin bu ülkelerde gerçekten işleyen bir sistem olup olmadığı oldukça şüphelidir. En azından Kenya, Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’de anlaşıldığı şekliyle bir demokrasi değildir.

Yukarıdaki tartışma, belirli bir durumda gerçekleşen toplumsal bir değişimin geri çevrilebilir ya da çevrilemez olup olmadığını tahmin etmenin oldukça hassas ve zor olduğunu göstermektedir. Bu yüzden, Kural (ii)’nin pratik olarak uygulanması zor olabilir. Fakat Kural (ii) yine de önemlidir. Kuralın temelde söylediği şey şudur: Hareket, stratejisini, iktidar pozisyonlarında bulunan insanların şahsi çıkarlarını önemsemeyeceği ve ilelebet hareketin ideallerine bağlı kalacağı varsayımından hareketle kurarsa hareketin temelleri oldukça kaygan bir zemin üzerine atılmış olacaktır. Doğmakta olan bir hareketin hedefini seçerken kendisine sorması gereken soru şudur: Hedeflere ulaşılması ile oluşacak toplumsal değişimler, insanların ideallere bağlılıktan çok kendi kısa vadeli şahsi çıkarları ile ilgilendiği bir atmosferde -ki bu, bir toplumun normal durumdaki halidir- hayatta kalacak mıdır? Bu soruya kesin bir güvenle cevap vermek güç olsa da, bu soru sorulmalı ve dikkatli bir şekilde değerlendirilmelidir.

Kural (iii)’e göre, bir hedef seçildikten sonra bu hedef için pratik olarak eyleme geçilmesini sağlamak adına (fikirlerin yalnızca vaaz edilmesi ve savunulmasından farklı olarak), küçük bir azınlığın organizasyon kurma işini üzerine alması gerekir. Fakat 3 noktanın vurgulanması gerekir:

Birincisi, fikirlerin kendi başlarına bir toplumu dönüştüremeyecekleri doğrudur; fakat fikirlerin oluşturulması ve yaygınlaştırılması bir toplumu dönüştürmek adına girişilecek herhangi bir rasyonel çabanın bir parçası olmak zorundadırlar. Eylemleri yönlendirecek organize bir fikir kümesi yoksa hareket amaçsız bir şekilde oradan oraya savrulacaktır. Hareket az ya da çok ses getirebilir, fakat bundan daha fazla bir şey başarabilirse bu yalnızca şans eseri olacaktır.

18. yüzyıl İrlanda’sındaki Beyaz Çocuklar Hareketi, kırsal bölgelerde geceleri alanlara çıkıp toprak sahiplerinden ve toprak sahipleri ile işbirliği yapmaya hazır köylülerden intikam alan gerilla benzeri köylü çetelerinden oluşuyordu. Bu çetelerin üyeleri eğitim almamış kişilerdi ve sahip oldukları sınırlı fikirler yüzünden yerel bir takım haksızlıkların çözülmesinin ötesinde bir şeyler tahayyül edemiyorlardı. Yalnızca 1790’larda, Fransa’dan devrimci fikirlerin gelmesi ile birlikte İrlandalı köylüler toplumun nasıl dönüştürülebileceği ile ilgili fikirleri edinmeye başladılar. 1798 yılındaki devrim girişimi sırasında bu yöndeki fikirleri açık bir hedef için henüz çok belirsizdi ve açık bir hedefe sahip olmamaları yenilmelerine sebep olan faktörlerden birisiydi.

1798 yılının İrlanda köylülerini 1917 Şubat’ında St. Petersburg’ta ayaklanan işçiler ile karşılaştırın: Bu işçiler daha önceden Bolşevikler tarafından Marksist ideoloji ile endoktrine edilmişlerdi, bu yüzden ayaklanmalarının belirli bir amacı vardı ve başarılı oldu.

İkincisi, fikirler ve pratik eylem için organizasyonun ikisi birden toplumu değiştirmek ile ilgili herhangi bir rasyonel ve başarılı çabanın gerekli bileşenleri iken, pratik eylem için organize olan insanlarla fikirleri geliştiren ve yayan teorisyenlerin aynı kişiler olması zorunlu değildir. Milliyetçi fikirler ve Britanya’dan bağımsızlık özlemleri 1917 yılında Micheal Collins’in ortaya çıkmasından önce İrlanda’da aşırı azınlık arasında epey yaygındı. Collins bir teorisyene benzememektedir, fakat İrlanda’yı 1922 yılında bağımsızlığa götüren başarılı gerilla savaşını organize eden odur.

Yine de, pratik eylem için organize olmayan teorisyenleri bekleyen büyük bir tehlike bulunmaktadır: Görünüşte teorisyenlerin fikirleri adına organize olan eylem adamları, bu fikirleri farklı şekilde yorumlayabilirler ya da bozabilirler ve böylece sonuçlar teorisyenlerin hayal ettiğinden çok farklı şekillerde gerçekleşebilir. Martin Luther, fikirleri adına yapılan sosyal devrimin mahiyeti ile şaşkına dönmüştür. Lenin, Trotsky, Stalin, Mao ve Castro gibi Marksist devrimcilerin, Marx’ın fikirlerinden uygun gördükleri her durumda saptıklarını daha önce belirtmiştik. Burada yine Kural (i)’in önemini görüyoruz; yani açık, basit, somut bir hedefe duyulan ihtiyaç. Ne Marx ne de Luther böyle bir hedef formüle etmişlerdir ve fikirleri karmaşık olduğu için kolay bir şekilde yanlış anlaşılabilecek ya da tahrif edilebilecek mahiyetteydiler. Bunun tam tersi olarak, Micheal Collins İrlanda milliyetçi hareketinin liderliğini aldığında, milliyetçiler çoktan Britanya’dan topyekun bağımsızlığı merkezi hedef olarak önlerine koymuşlardı. Bu, açık ve basit bir hedeftir ve kolay kolay yanlış anlaşılamaz veya içi boşaltılamaz.

Üçüncüsü, fikirlerin savunulması ya da vaaz edilmesi, bir toplumu dönüştürmek ile ilgili çabalar bütününün çok daha kolay bir parçasıdır; pratik eylem için organize olmak ise çok daha zordur. Bu en azından günümüzde böyledir, geçmiş yıllar için bunu söylemek doğru olmayabilir.

Martin Luther entelektüel bir liderdi, fakat bir eylem adamı değildi. Yapılması gerektiğini söylediği “kurumsal kilise reformlarını” dahi gerçekleştirmeyi reddetmiştir. Fakat yine de vaazlarında savunduğu cesur teolojik fikirler muazzam bir coşku yaratmış ve uğrunda ordular oluşturulup savaşlar yapılmıştır. Luther’in fikirleri yaygın olarak bilinir hale geldikten sonra pratik eylem için organize olma işi çabucak gerçekleşmiş gözükmektedir. O günlerde toplumun eğitilmiş kesimi görece olarak küçüktü ve muhalif fikirleri ifade etmek ciddi şahsi riskler barındırabilirdi. (Luther’in selefi Jan Hus fikirleri sebebiyle yakılarak öldürülmüştür.) Sonuç olarak, yeni fikirler eskiden nadir olarak görünen şeylerdi ve güçlü tatminsizlik duyguları onları ifade edebilecek birinin yokluğunda somut fikirlere dönüşmeden kalabilirdi. Muhalif fikirlerini açıkça söyleme cesaretine sahip ve bunu belagatle yapabilen bir düşünür, saklı kalmış hoşnutsuzlukların boşalmasını tetikleyebilirdi. Böyle bir şey gerçekleştiğinde o günlerde bir ayaklanma organize etmek muhtemelen günümüze nazaran çok daha kolaydı; çünkü insanlar boyun eğmeye, uysallığa ve pasifliğe günümüzde olduğu kadar etkili bir şekilde koşullandırılmamışlardı. Aslında modern standartlar ile bakıldığında Luther zamanının insanlarının kanunsuz oldukları söylenebilir.

Ancak günümüzde muhalif ve hatta kabul edilemez olanlar da dahil olmak üzere bir fikir bolluğu yaşanmaktadır. Sanatçılar ve yazarlar, geleneksel değerlere saldırmak konusunda birbirleri ile yarış içerisindedirler. Sonuç olarak yeni fikirler, ne kadar kabul edilemez olurlarsa olsunlar, pek çok insanın umurunda bile değildir; bazılarında yalnızca rahatsızlığa sebep olurlar ve toplumun geri kalanı için ise bir eğlenceden ibarettirler. Çağdaşları için Hus ve Luther gibi adamların fikirleri yeni bir çağın olası başlangıcını temsil ediyorlardı. Fakat günümüzde hiçbir fikir bunu başaramamaktadır; çünkü yeni fikirler o kadar yaygındır ki, kimse onları ciddiye almamaktadır. Teknoloji ile ilgili fikirler hariç olmak üzere tabii ki.

Günümüzde pratik eylem için organize olmak, yalnızca yeni fikirlerin insanlarda güçlü bir tepki uyandırmamaları sebebiyle değil, aynı zamanda insanların uysallığı, pasifliği ve “öğrenilmiş çaresizliği” sebebiyle de daha zordur. Profesyonel politika alanında çalışanlar, insanların memnuniyetsizliğini partileri, adayları ya da hareketlerine olan desteği artırmak için kullanırlar. Fakat bu durum amatörlerin organize olmasını daha zor hale getirir, çünkü insanların dikkatini ve bağlılığını çekme konusunda yetenekli profesyonellerle yarışacak donanımdan yoksundurlar.

Bu sebeple, geçmişte durum ne olursa olsun, toplumu dönüştürmek isteyen herhangi birisi için modern dünyada kritik mesele fikirleri yaymak değil, pratik eylem için organize olmaktır.

Kural (iv), bir hareketin hedefine sadık kalabilmesi için, kendisine katılmaya çalışan uygunsuz insanları dışarıda bırakacak araçları geliştirmesi gerektiğini söylemektedir.

Bu kuralı tarihsel örnekler ışığında incelemek zordur, çünkü geçmiş hareketlerin tarihinde bu konu ile ilgili çok az bilgi var gibidir. Geçmişteki hareketlerin uygunsuz kişileri dışarıda bırakmak için sırf bu amaca yönelik metotlar geliştirdiğini gösteren kanıtlar bu yazarın bilebildiği kadarıyla oldukça çok azdır. Fakat birçok hareketin, uygunsuz kişileri dışarıda tutan gayrı-resmi ya da bilinç dışı bir şekilde işleyen araçlara sahip olmaları muhtemeldir. Mesela bu tarz kişilere toplantılar sırasında soğuk davranılıyor olabilir. Fakat hareketin “saf’ tutulması için bu tarz sistematik olmayan metotların etkili olabilmesi oldukça şüphelidir.

Bolşeviklerin Ekim 1917’de iktidarı ele geçirmeden önce yeni üye kabulünde bir hayli seçici olmaları muhtemeldir; çünkü Lenin, “partinin bileşenleri konusunda her zaman çok hassastı.” Bu seçiciliğin Bolşeviklerin devrimci bir parti olarak başarılı olmalarında önemli bir rol oynaması oldukça olasıdır. (Önerme 4’ü tartışırken gördüğümüz gibi, Bolşevik/Komünistler iktidara geldikten sonra onlara katılmak isteyen fırsatçı sürülerini engellemek mümkün olmamıştır.)

Çin’de Komünist zaferin öncesindeki yıllarda Mao, partinin içine “sızan” “kariyeristleri”, “sabotajcıları”, “dejenereleri”, “istenmeyenleri” ve “hainleri” dışarıda tutmanın önemini defaatle vurgulamıştır. Fakat Seçilmiş Eserler kitabının hiçbir yerinde Mao, “sabotajcılar”, “dejenereler” ve benzerlerinden neyi kastettiğinden ve bu kişilerin nasıl ayırt edilip dışarıda tutulacaklarından bahsetmemektedir.

1841 yılında Massachusetts Brook çiftliğinde ütopik bir topluluk kurma girişimi olmuştur. Topluluğun Transcendental Club’ün seçkin entelektüelleri ile bağı olmasına rağmen, bu girişim bir kaç sene içerisinde başarısızlığa uğramıştır. Bunun sebeplerinden bir tanesi, muhtemelen, topluluğa çok sayıda “kibirli, aksi, bencil, inatçı, hırçın, takdir görmemiş, bitkin, aylak, işe yaramaz; yani gerçek dünyada kendilerine bir yer bulamamış ve bu dünyada kimsenin önemsemediği ve bu yüzden aslında olması gereken ideal bir dünyaya uygun oldukları sonucuna varmış” çok sayıda kişinin katılmasıdır. Brook Çiftliği denemesinin, “üye alım standartları” gibi bir uygulamaya sahip olması durumunda başarı şansının daha yüksek olabileceği iddia edilmiştir.

19. yüzyıl feminist hareketinin, spiritüalist bir şarlatan olan ve sosyalizmin deli saçması bir versiyonunu savunan Victoria Woodhull’a destek olması hareketin katılımcılar konusunda çok da seçici olmadığını göstermektedir. Eğer bu doğruysa, hareket tek bir hedefe, kadınlar için oy hakkı hedefine odaklandığı için bunu telafi etmiş olabilir. Önerme 3 ile ilgili tartışmada söylendiği gibi, hareketin hedefi açık, basit ve somut ise bu hedefin harekete katılan uygunsuz kişiler tarafından bulanıklaştırılması ya da yozlaştırılması o kadar kolay olmayacaktır.

Kural (iv) ile bağlantılı olan bir diğer konu, uygunsuz kişilerin dışarıda tutulacağı “hareketin” sınırlarının nereden çizileceği problemidir. Eğer bir hareket bir iç ve bir dış çemberden oluşuyorsa ve iç çember dış çember üzerinde katı bir kontrole sahipse, bu durumda uygunsuz kişilerin iç çemberden dışlanması dış çembere herkesin kabul edilmesi durumunda dahi hareketin saf tutulması için yeterli olabilir.

İrlanda’lı vatansever Daniel O’Connell’ın, Katolik Kurtuluşu hareketini 1823-29 yılları arasındaki altı yıllık mevcudiyeti boyunca sıkı bir şekilde kendi şahsi kontrolü altında tutmuş olması yüksek bir ihtimaldir. Fakat O’Connell’ın şahsi kontrolünün derecesi ne olursa olsun, muhteşem bir şekilde organize edilmiş ve yüksek bir disipline sahip bu hareketin, üye alımındaki resmi ya da gayrı-resmi seçicilik ile “saf’ hali korunmuş olan kısıtlı bir iç daire tarafından yönetilmiş olması gerekir. Dış daireye katılmak için özel bir yetenek gerekmiyordu -düşük miktarda bir aidat ödeyen herkes buraya katılabiliyordu- fakat kontrolü elinde tutan iç dairenin hareketi hedefine sadık tuttuğu anlaşılmaktadır.

1908-1922 yılları hakkında yazan bir tarihçi, İrlanda radikal milliyetçi hareketi ile ilgili şunları söylemektedir:

Sinn Fein, İrlanda’daki radikal, tatminsiz ve hayal kırıklığına uğramış tüm bireysel milliyetçilerin buluşma noktasıydı. Melez desteğinin doğasını oluşturan şairler, eksantrikler, İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği’nin üyeleri, politik düşünceli Gaelic Ligi mensupları ve hayal kırıklığına uğramış parlamenterlerin kesişimi, hareketin ana karakterini oluşturuyordu. İrlanda tarihinin doğurduğu, romantik veya takıntılı bir İrlanda hayaline sahip, fakat hayal kırıklığına uğramış bulunan birçok yalnız kurt Sinn Fein’e yöneldi. Asileri kendisine çeken her harekette olduğu gibi, aralarında belirsiz bir takım şahsi psikolojik motivasyonlar ile hareket eden kişiler de bulunmaktaydı.

Görünüşe göre “Britanya’nın İrlanda üzerindeki hakimiyetine muhalif olan” her İrlandalı Sinn Fein’a katılabiliyordu ve Sinn Fein, diğer diğer birçok radikal harekette olduğu gibi, pek çok sıra dışı tipi de kendisine çekmiştir. Fakat hareketin etkisiz olmasına yol açabilecek bu özelliğini telafi etmesini sağlayan bazı faktörlerin varlığını tespit etmek mümkündür. İlk olarak, hareket tek, açık, basit ve somut bir hedef olan İrlanda’nın topyekun politik bağımsızlığı hedefine odaklanmıştır ve daha önce vurguladığımız gibi, bu tarz bir hedefin yolundan saptırılması belirsiz bir hedefe kıyasla daha zordur. Üstelik Michaeal Collins, 1917 yılından itibaren, onunla beraber hareket eden sınırlı bir iç daire ile birlikte hareketin kontrolünü artan bir şekilde ele almıştır. Ve bu iç dairenin “saflığını” (yani iç daire mensuplarının hareketin hedefine sadık kalması) korumak, görece olarak küçük olduğu için, resmi üyelik standartları olmamasına rağmen kolay olmuştur. Collins ve onun iç çemberinin gerilla savaşçılarının her hareketini ayrıntılı olarak kontrol edemediği doğrudur. Fakat bir gerilla savaşının içerisinde bulunmak, kendi başına, hareketin hedefine olan bağlılığını kuvvetlendiren güçlü bir faktördür. Bir hareketin amansız bir mücadelenin içerisinde olması, hareketi bir bütün olarak liderlerinin ve ana hedeflerinin arkasında kenetleyen güçlü bir eğilim yaratır.

Özetle, bu kitabın yazarı, geçmişteki radikal hareketlerin uygunsuz insanları kendilerinden uzak tutmakta kullandıkları resmi ya da gayrı-resmi, bilinçli ya da bilinçsiz yöntemler ile ilgili çok az kanıt bulabilmiştir. Fakat şurası açıktır ki, bir harekete katılan insanların niteliğinin hareketin karakteri üzerinde zorunlu olarak muazzam bir etkisi vardır ve hareketin hedeflerini belirsizleştirebilir ya da değişikliğe uğratabilir. Eğer incelediğimiz hareketlerden bazıları, uygunsuz insanları hareketin dışında tutmak ile ilgili bilinçli bir çaba olmaksızın hedeflerine sadık kalabilmişlerse bu, şanslı oldukları anlamına gelir. Şansa bel bağlamak istemeyen yeni bir hareket, hareketi oluşturan insanların niteliği problemine azami dikkat göstermek zorundadır.

Kural (v)e göre, hedefini gerçekleştirecek gücü elde eden devrimci bir hareket, hareket yozlaşmadan önce (Önerme 4’te yozlaşacağı söylendiği gibi) bu hedefine ulaşmalıdır.

Önerme 4 ile ilgili tartışmada vurgulandığı gibi, bu kitabın yazarı, çok güçlü hale gelen radikal bir hareketin çok geçmeden yozlaşacağını, yani orijinal hedef ve amaçlarına olan sadakatinin ortadan kalkacağını söyleyen yasaya istisna teşkil eden bir durum ile karşılaşmamıştır. Kural (v)’in önemi bu yasa ışığında açıktır. Yine de Kural (v)’in incelediğimiz örnekler ile bağlantısını görmek öğretici olacaktır.

Devrimcilerin hayal ettiği sosyalizm Rusya’da kısa sürede inşa edilememiştir. Sonuç olarak, Kural (ii) ile ilgili tartışmada da belirttiğimiz gibi, Bolşevik/Komünist hareketin yozlaşmasının tamamlandığı sırada sosyalist bir toplumu inşa etmeye yönelik çaba henüz ilk aşamalarındaydı ve bu yüzden, orijinal Bolşevikler tarafından tahayyül edilen sosyalizm hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir.

Herhangi bir ülkedeki demokratikleşme hareketlerinin, iktidara geldikten kısa süre sonra temsili demokrasiler inşa ettikleri görülmektedir. (Bu demokrasilerin daha sonra hayatta kalıp kalmamaları, gördüğümüz gibi, başka bir problemdir.) Fakat 1790 yılının Fransız devrimcileri, sağlıklı bir şekilde işleyen demokratik bir hükumeti kısa sürede tesis edememişlerdir. Fransız Devrimi’nin tam olarak ne zaman yozlaştığı tartışmaya açık olabilir, fakat Napolyon’un Birinci Konsül olduğu zamanlarda yozlaşmanın gerçekleşmiş olduğu kesin olarak söylenebilir. Bu gerçekleştiğinde, temsili demokrasinin inşası için artık çok geç kalınmıştı.

Meksika’daki 1910-1920 devriminden sonra devrimciler, köylülere birdenbire sosyal adaleti getirmemiş, fakat “daha muhafazakar bir evrimci değişmeyi … ve hükumette daha fazla istikrarı” amaçlamışlardır. Köylüler adına sosyal adaletin ilerlemesi süreci, orijinal devrimcilerden biri olan Lazaro Cardenas’ın başkanlığının 1940 yılında bitmesi ile esas olarak sona ermiştir. Yani devrimci idealin gerçekleşmesinin gecikmesi, bu idealin tamamı ile gerçekleşmesini engellemiştir. Bu yöndeki kısmi başarı dahi, Başkan Salinas de Gorteri (1988-1994) zamanında geri alınmıştır.

İngiltere ve Birleşik Devletler’de feminist hareket, temel amacına -kadınlar için oy hakkı-, bunu gerçekleştirmek için yeterince güce eriştikten kısa süre sonra ulaşmıştır. Bu bölümde daha önce anlatıldığı gibi, o tarihten sonra feminist hareket muhtelif fraksiyonlara bölünmesine rağmen kadınların topyekun eşitliğe ulaşması yönünde sürekli bir gelişme sağlayabilecek gücü koruyabilmiştir. Fakat bu kitabın yazarının bilebildiği kadarıyla hareket, üyelerinin ya da liderlerinin şahsi hırslarının cinsiyetler arasındaki eşitlik amacının önüne geçtiği bir duruma gelecek kadar yozlaşmamıştır.

Ancak Kural (v) devrimci hareketler ile ilgilidir ve feminizm günümüzde devrimci bir hareket değildir. 19. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığında feminizm belki devrimci bir hareket olarak adlandırılabilirdi, çünkü feministlerin taleplerinin derhal uygulanması toplumda radikal bir değişikliğin yapılmasını gerektirirdi. Fakat daha önce de belirtildiği gibi, feminizm “eşitliğe” yönelik genel tarihsel eğilimi arkasına almıştır. Feministlerin 1920’lerde oy hakkını elde etmesi ile beraber bu hareket devrimci karakterini kaybetmiştir. Kadınların oy hakkı kazanmasının toplumsal bir deprem yarattığı iddia edilemez. Feministlerin, topyekun cinsiyet eşitliğine yönelik hedeflerinin de günümüzde devrimci denebilecek toplumsal değişimleri ihtiva ettiği söylenemez.

Feminist hareketin hedefleri devrimci nitelikte olmadığından hareketin çıkarcı insanları kendine çekmesi için gücünün muazzam ölçüde artırmasına gerek yoktur. Günümüzde feminist bir organizasyona üye olan bir kadın para, güç ya da sosyal statü anlamında çok büyük avantajlar kazanmamaktadır. Bu avantajların peşinde koşan bir kadın, iş dünyasında, hükumette, politikada ya da diğer kalifiye mesleklerde kariyer yapmaya çalışacaktır; feminist bir organizasyonda değil. Bu sebeple Önerme 4 ve Kural (v) feminizm için geçerli değildir.

İrlanda milliyetçi hareketi örneğinde durum daha karmaşıktır. 1922 yılında dominyon statüsüne ulaşıldıktan sonra milliyetçiler hedeflerinin ana bölümüne ulaşmış bulunuyorlardı ve bu duruma gücü ele geçirdikleri anda ulaşmışlardı.

Hareketin bu başarıdan sonra ideallerine sadık olmak anlamında yozlaşıp yozlaşmadığı açık değildir, çünkü pratik olarak zaten hedefe ulaşılmıştı. Fakat hareket iktidara geldikten sonra yeni İrlanda Parlamentosu’nun üyelerinin Britanya tacına etmek zorunda oldukları bağlılık yemini konusunda ikiye bölünmüştür. Eamen de Valera liderliğindeki daha radikal kanat, yemin etmeyi kabul eden diğer kanadın üyelerini temelde sembolik olan bu konuda Britanya’ya boyun eğdikleri için satılmış (bizim anladığımız anlamda “yozlaşmış”) olarak değerlendirmiştir.

Sonunda De Valera’nın hizbi iktidara gelmiştir ve Britanya’dan topyekun bağımsızlık hedefine bağlı kalmaya devam etmiştir. 1949 yılında bu tartışmalı yemin yürürlükten kaldırılmış, İrlanda’da resmi olarak bir cumhuriyet ilan edilmiş ve Britanya’ya olan politik bağlılığın son kalıntıları ortadan kaldırılmıştır. Fakat bunların hepsi, orijinal devrimcilerden biri olan Da Valera’nın liderliğinde gerçekleşmiştir. Önerme 4, başarılı bir devrimci hareketin orijinal liderlerinin tümünün politik anlamda eylemsiz hale gelmeden önce yozlaşacağını söylememektedir.

Üstelik, başka bir açıdan, İrlanda milliyetçi hareketinin Da Valera fraksiyonunun dahi yozlaştığı iddia edilebilir; çünkü İrlanda’nın bir bölümü bugün hala Birleşik Krallık’ın bir parçası (“Kuzey İrlanda”) olarak Britanya’ya bağlıdır. Orijinal İrlanda devrimcileri, ülkelerinin bu tarz bir parçalanmasını kabul edilemez addetmişlerdir; hedefleri tüm İrlanda için bağımsızlıktı. İrlanda Cumhuriyeti, 1998 yılına kadar Kuzey İrlanda üzerinde nominal bir egemenlik iddia etmeye devam etmiştir. Fakat ana akım İrlandalı politikacıların bu iddiayı gerçekleştirmeye yönelik bir çabaları olmamıştır. Bu politikacıların, diğer tüm politikacılar gibi, öncelikle kendi kariyerleri ile ilgilendiklerine şüphe yoktur. (Bizim anladığımız anlamda “yozlaşmışlardır.”)

Sonuç olarak, iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra Kuzey İrlanda’yı Britanya’dan ayırmayı başaramadıklarından, İrlanda milliyetçileri bu bölgeyi sonsuza kadar -ya da en azından görünür gelecek için- kaybetmişlerdir. Orijinal İrlanda milliyetçi hareketinin tüm İrlanda’nın bağımsızlığı hedefine bağlı olmaya devam eden ve bu anlamda yozlaşmamış oldukları söylenebilecek uzantıları bulunabilir. (Sinn Fein ve IRA, The Provisional IRA, Gerçek IRA … ya da en son fraksiyonun, fraksiyonunun, fraksiyonu nasıl adlandırılıyorsa.) Fakat bu uzantılar büyük bir güce sahip değildir, bu sebeple Önerme 4 onlar için geçerli değildir.

Reform tek bir hareketin işi değildir; Luther, Zwingli ve Calvin’ninki gibi farklı teolojik akımların birbirleri ile yarıştıkları ve muhtelif prensliklerin muhtemelen dini inançlardan çok kendi pratik çıkarları için katıldıkları karmaşık bir olaydır. Dolayısı ile Reform’un Önerme 4 ve Kural (v) açısından incelenmesi zor olacaktır ve periyodun detaylı bir bilgisini gerektirecektir.

Burada incelenen örneklerde de gördüğümüz gibi, öne sürdüğümüz beş kural, topyekun bir başarısızlığa uğramak istemeyen her radikal hareketin bilinçli bir şekilde uymak zorunda olduğu katı yasalar olarak algılanmamalıdır. Birçok durumda kuralların yorumlanması zor ve karmaşık olabilir, ya da kimi durumlarda bazı kuralların uygulanması imkansız veya gereksiz olabilir. Ancak kurallar yine de önemlidir; çünkü en azından, her radikal hareketin dikkatle çalışmak zorunda olduğu problemleri ortaya sermektedir. Kurallar tarafından ortaya konan problemlere bilinçli bir şekilde yaklaşmayan bir hareket, yalnızca şans eseri başarılı olabilir; fakat başarı ihtimali, kuralları dikkatle inceleyen bir harekete göre çok daha az olacaktır.

Takip eden kısımda, çevre felaketi de dahil olmak üzere modern teknoloji tarafından yaratılan problemleri çözmeye yönelik günümüzdeki çabaların beş kuralın ihmal edilmesi sebebi ile nasıl başarısızlığa mahkum olduğunu inceleyeceğiz.

IV. Uygulama

Chellis Glendinnigs’in, David Skrbina tarafından derlenen bir antolojide bulunan “Neo-Ludit Bir Manifesto’ya Doğru Notlar”ı ile başlayalım. Glendinnig’in neo-ludit hedefleri ile ilgili ifadeleri uzun ve karmaşıktır ve çoğu hedef umutsuz bir tarzda belirsizdir. Bir örnek:

Politika, ahlak, ekoloji ve tekniğin, Dünya üzerindeki hayata fayda sağlamak üzere birleştirildiği teknolojilerin yaratılmasını savunuyoruz:

Topluluk-bazlı enerji kaynakları, güneş, rüzgar ve su teknolojilerini kullanırlar— yenilenebilir kaynaklardan oluşurlar ve hem topluluk ilişkilerini geliştirirler hem de doğaya yönelik saygıyı artırırlar;

Organik, biyolojik teknolojiler … doğrudan doğal model ve sistemlerden devşirilerek oluşturulurlar;

Çatışma çözücü teknolojiler—Dayanışmayı, anlayışlılığı ve ilişkilerin devamlılığını savunurlar; ve

Adem-i merkeziyetçi sosyal teknolojiler—Katılımı, sorumluluğu ve yetkilendirmeyi cesaretlendiren

…Batıdaki teknolojik toplumlarda yaşamı yücelten bir dünya görüşünün geliştirilmesini istiyoruz. Yaratıcı ifade, ruhsal tecrübe ve bir topluluğa ait olmak gibi insani ihtiyaçları, rasyonel düşünce ve işlerlik ile bütünleştirerek yaşam, ölüm ve insan potansiyeli ile ile ilgili bir algıyı teknolojik toplumlarda yerleştirmek istiyoruz. İnsanın rolünü, diğer türler ve gezegenin biyolojisi üzerindeki bir egemenlik olarak değil, yaşamın kutsallığının anlaşılması yoluyla doğal dünyaya entegre olunması olarak görüyoruz.

Tek, açık, basit ve somut bir hedefe sahip olmanın gerekliliğini vurgulayan Kural (i)’in bundan daha açık bir şekilde ihlali hayal edilemez. Üstelik burada, hareketin ciddi bir muhalefet ile karşı karşıya olmadığı ve mevcut bir tarihsel eğilimin rüzgarını arkasına aldığı için genel ve belirsiz hedeflerin gerçekleştirilebileceği bir durum da söz konusu değildir. Tam aksine, modern toplum mevcut teknolojik rotasında sayıları oldukça fazla olan ve bu işe kendilerini derinden adayan bilim adamlarının, mühendislerin, yöneticilerin yorulmak bilmez kararlı ve hırslı çabaları ve büyük organizasyonlar arasındaki amansız iktidar mücadelesinin bir sonucu olarak hızla ilerlemektedir. Bu koşullar altında Glendinning’in hedeflerinin belirsizliğinin ve karmaşıklığının bizzat kendisi önerilerinin başarısızlığının garantisidir.

Başarılı bir devrimci hareketin, hedeflerine hızlı bir şekilde yozlaşma başlamadan varması gerektiğini söyleyen Kural (v) bağlamında Glendinning’in önerisi için ne söylenebilir? Glendinning’in önerisi (şiddet içermese dahi, devrim olarak adlandırılabilecek kadar radikaldir) doğrultusunda toplumun baştan aşağı yeniden organize edilebilmesi için günümüzdeki gelişmiş teknolojilerden epey farklı ve yeni geniş ölçekli teknolojilerin yaratılması gerekmektedir. Bu teknolojilerin yaratılması, eğer mümkünse tabi, geniş ve sistematik bir araştırma, muazzam kaynaklar ve uzun bir zaman isteyecektir. Neo-ludit hareketin bu değişim için gerekli kaynaklar üzerinde kontrol sağlayabilmesi büyük, güçlü ve iyi organize olmuş bir hale geldiğinde, yani yozlaşmaya açık hale geldiğinde mümkün olacaktır. Hareketin gerekli toplumsal reorganizasyonu gerçekleştirebilmesi toplumda egemen güç olması ile mümkün olacaktır ve toplumun bu şekilde yeniden organize edilmesi en azından birkaç on yıl sürecektir—en az 40 yıl diyelim. O zamana kadar hareketin tüm orijinal liderleri politik faaliyetin dışarısında olacaktır ve Önerme 4’te söylendiği gibi hareket yozlaşacaktır. Sonuç olarak, toplumun neo-ludit prensipler uyarınca dönüştürülmesi hiçbir zaman tamamlanamayacaktır.

Yine de, Glendinning’in savunduğu tarzda toplumun dönüştürüldüğü gibi imkansız bir varsayımda bulunalım. Bu dönüşüm, Kural (ii)’nin gerektirdiği gibi, geri döndürülemez bir mahiyette mi olacaktır? Yani toplum, neo-luditlerin devamlı bir çabası olmadan, dönüştürülmüş halinde kalmaya devam edecek midir? İmkansız! İkinci Bölüm’de tartışıldığı gibi, neo-ludit ütopya kurulduktan sonra doğal seçilim, güç için çatışma ve rekabeti yeniden doğuracaktır. İkinci Bölüm’deki argümanlar reddedilse dahi, insan meselelerinin, ister toplum bünyesinde olsun ister farklı toplumlar arasında olsun her zaman için olmasa dahi genellikle çatışma ve rekabet içerdiği görünen bir gerçektir. Glendinning, çatışma ve rekabetin tekrar ortaya çıkarak neo-ludit ütopyayı mahvetmesini neyin durduracağını açıklamamaktadır. Pratikte neo-ludit hareket yozlaşacaktır, tıpkı toplumda egemen güç haline gelen diğer tüm devrimci hareketlerin yozlaştığı gibi. Neo-ludit idealler unutulacak ya da en fazla lafta kalacaktır ve modern teknolojinin devamlılığı (Glendinning modern teknolojiden kurtulmayı düşünmemektedir) toplumun mevcut yıkıcı rotasına geri dönmesinin garantisi olacaktır.

Kural (iii)’e gelince, Glendinning pratik eyleme kendisini adamış organize bir hareketin gerekliliğinden bihaber gözükmektedir. Görünüşe bakılırsa, ya kendisinin ve diğer neo-luditlerin sadece vaaz vererek toplumu dönüştürebileceğini düşünmektedir ya da çok daha zor olan etkili bir hareket organize etme işini bir başkasının üstleneceğini ummaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, fikirlerin savunulması kolaydır; zor olan pratik eylem için organize olmaktır. Glendinning gibileri bu görev ile yüzleştiklerinde korkuya kapılırlar. Teknolojik sistemin felaket getiren büyümesi karşısında dehşete düşerler ve bu konuda bir şeyler yapmak isterler, fakat bir organizasyon inşa etmek gibi muazzam zor bir işle yüzleşemeyecek kadar aciz ve etkisizdirler. Bu sebeple, kendilerine “bir şeyler yapıyor oldukları” illüzyonunu vermek için teknoloji problemini nasıl halletmemiz gerektiği ya da çevrenin mahvedilmesi konusunda ne yapılması gerektiği ile ilgili vaazlar verirler. Sonuç, dünyayı kurtarmak ile ilgili bir sürü ütopik rüyadır; ancak pratikte yapılan hiçbir şey yoktur.

Elbette, dar kapsamlı ve spesifik hedefler için örgütlenmiş gruplar da bulunmaktadır; Sierra Club gibi vahşi doğayı korumaya çalışan gruplar. Ve bazı konularda belirli başarılar elde ederler -çok küçük başarılar- fakat başardıkları şeyler genel teknoloji problemi ile karşılaştırıldığında önemsizdir. Başarılarının önemsizliği hedeflerinin sınırlı kapsamı ile garanti edilmiştir.

Glendinning organize bir hareket oluşturma ihtiyacından bahsetmediği için, Kural (iv) (bir hareketin uygunsuz kişileri bünyesinden uzak tutmak için yöntemler geliştirmesi gerekliliği) onun söyledikleri kapsamında gündeme gelmemektedir.

Fakat en kötüsü Glendinning’in tamamı ile naif olmasıdır; burada tartıştığımız beş Kural tarafından ortaya konan problemlerin farkında dahi değil gibidir. Dolayısı ile önerdiği neo-ludit çözüm, Plato’nun ideal devleti hayal etmesinden beri gafilleri yanlış yönlendiren diğer gerçek dışı ütopik fantezilerden daha iyi değildir.

Skrbina’nın antolojisi “derin ekoloji” kavramını ortay atan Norveçli filozof Arne Naess’in de bir makalesini içermektedir. Yalnızca teknolojik sistemin bir eleştirisi olarak ele alındığında Naess’in düşüncelerinin çoğu epey yerindedir. Fakat Naess aynı zamanda sistemin gerçek dünyada işleyişi ile ilgili köklü ve derin değişiklikler yapmak istiyor görünmektedir ve fikirlerinin bu hedefe ulaşmak ile ilgili kısımları tamamı ile işe yaramazdır.

Naess’in hedefleri Glendinning’in hedeflerinden dahi -eğer böyle bir şey mümkünse- daha belirsizdir. Aslında bu makalede Naess, hedeflerinin neler olduğundan açık bir şekilde bahsetmemektedir bile. Fakat şöyle yazmaktadır:

Önümüzdeki yılların en önemli hedefi… yerel otonomiyi artırmanın ve sonunda insan kişiliğinin zengin potansiyellerini açığa çıkarmanın araçları olarak adem-i merkeziyetçilik ve farklılaşmadır.

Nihai hedef, yani “insan kişiliğinin zengin potansiyelini açığa çıkartmak,” kulağa hoş gelmektedir. Bundan daha incelikli beylik bir laf ortaya koymak bir hayli zordur. Fakat pratik bir öneri olarak hiçbir anlamı yoktur. “Adem-i merkeziyetçilik” ve “yerel otonomi” gibi ara hedefler anlamsız değildir, fakat yine de etkili bir organizasyona temel olmak için çok belirsizdir.

Naess aynı zamanda şunları yazmaktadır: “Doğaya daha az müdahalede bulunma gerekliliği ile hayati insan ihtiyaçlarının tatmini arasında bir denge bulmak büyük önem arz etmektedir.” Bu cümle, bir hedefin pratik olması için sahip olmak zorunda olduğu spesifikliğin yanından bile geçmemektedir. Naess, Johan Galtung tarafından ortaya konan sekiz hedef çiftinden bahsettiğinde bu spesifikliğe biraz daha yaklaşmaktadır. Hedef çiftlerinden ikisi şu şekildedir:

Giyim: Uluslararası tekstil endüstrisinin lağvedilmesi [—] yerel zanaat tarzlarının restorasyonunun denenmesi: bunun gıda üretimi ile simbiyozu.

Ulaşım/iletişim: Daha az merkezi, iki yönlü yapılar, kolektif ulaşım araçları [—] yürüme, koşma, bisiklet tarzlarının restorasyonunun denenmesi. Daha fazla arabadan arındırılmış bölgeler, kablolu TV, yerel medya.

Galtung’un hedeflerinin çoğu da etkili bir hareketin temelini oluşturabilecek spesifiklikten hâlâ yoksundur. Fakat en azından bazıları, daha spesifik hedefler belirleme konusunda bir başlangıç noktası oluşturabilirler. Yine de, sekiz hedef çifti çok fazladır ve Galtung’un hedeflerinin her birine ulaşılsa dahi bu, teknoloji probleminin çözümünün yanına bile yaklaşmaz. Yani Naess’in önerisi de Glendinning’in önerisi kadar açık bir şekilde Kural(i)’i ihlal etmektedir.

Naess’in Kural (v)’ten haberi yoktur: “Büyük, merkezi ve hiyerarşik” toplumsal yapıların “tedrici olarak ortadan kaldırılabileceğini” düşünmektedir. Anlaşılan, bir kaç nesil sürecek bir toplumsal dönüşüm öngörmektedir. Fakat bu durumda “derin ekoloji”, dönüşüm tamamlanmadan çok daha önce yozlaşacaktır. “Derin ekoloji” bir kez yozlaştığında, iktidar pozisyonundaki insanlar öncelikle kendi çıkarları peşinde koşacaklar ve “derin ekoloji” ile ilgili konseptleri, o da eğer kullanırlarsa, propaganda amaçlı kullanacaklardır. Bu sebeple Naess tarafından hayal edilen dönüşüm hiçbir zaman tamamlanamayacaktır.

Naess’in önerisi Kural (ii)’yi de çiğnemektedir. Toplum bir şekilde Naess’in arzu ettiği tarzda dönüştürülse dahi, bu dönüşüm geri döndürülemez mahiyette olmayacaktır. Anlaşılan Naess, gelişmiş teknolojinin büyük bir kısmının korunacağını düşünmektedir. Bu teknolojinin Naess’in önerdiği toplum biçimi ile uyumsuz bir şekilde kullanılmasının engellenmesi için sürekli bir dikkat gerekli olacaktır. Pratikte bu dikkat uzun bir süre devam ettirilemeyecektir, çünkü yozlaşma (bizim bu kitapta tanımladığımız şekliyle) kaçınılmaz olarak devreye girecektir.

Kural (iii) bağlamında ise Naess, Glendinning gibi, sadece vaaz vererek dünyayı kurtarabileceğini düşünüyor gibidir. Çünkü “derin ekoloji” hareketinin pratik eylem için organize edilmesi gerektiğinin farkında olduğuna dair bir belirti göstermemektedir.

Bu türdeki diğer yazarları da inceleyebiliriz—Ivan Illich, Jerry Mender, Kirkpatrick Sale, Daniel Quinn, John Zerzan; tüm işe yaramaz tayfa. Fakat bunu yapmak gereksiz olacaktır, çünkü Glendinning ve Naess’e yönelttiğimiz eleştirilerin aynısını tekrarlamış olacağız. Bu literatürün tamamı, bu iki yazarda mevcut olan hatalar ile maluldür. Yazarlar teknolojik sistemin sebep oldukları ile ilgili yerinde endişelerini ifade etmektedirler. Fakat önerdikleri çözümlerin tamamı gerçek dışıdır. Çözümlerinin gerçek dışı olmasının birçok sebebi vardır; mevcut bölümde toplumsal hareketlerin yalnızca beş kuralımızda ifadesini bulan dinamikleri ile bağlantılı olan sebepleri tartıştık. Fakat Bölüm Bir ve İki’de ve diğer yerlerde, Glendinning, Naess, Illich, Mender ve benzerlerinin çözümlerinin pratikte neden uygulanamayacağı ile ilgili diğer çok güçlü sebepleri de açıkladık.

Okuyucu, teknoloji probleminin beş kural ile uyumlu bir çözümünün mümkün olup olmadığını sorabilir. Biz mümkün olduğunu düşünüyoruz. Başlangıç olarak, Mao’nun tavsiyesine uyalım ve karşı karşıya olduğumuz durumdaki temel çelişkinin ne olduğunu soralım. Temel çelişki, açık olarak, vahşi doğa ve teknolojik sistem arasındaki çelişkidir. Bu, seçilmesi gereken hedefin, daha önce açıkladığımız gibi, teknolojik sistemin “öldürülmesi” olması gerektiğini göstermektedir. Başka bir ifadeyle devrimciler, gerekli her yöntemi kullanarak sistemin çöküşünün gerçekleşmesini hedeflemelidirler.

Kural (i): Bu hedef, etkili bir harekete temel oluşturacak kadar açık, somut ve basittir.

Kural (v): Devrimci bir hareket teknolojik sistemi ortadan kaldıracak kadar güce erişirse bu işi kısa zamanda başarabilir. Yıkmak, inşa etmekten çok daha kolaydır.

Kural (ii): Eğer sistem kökünden yıkılabilirse sonuç -en azından uzun bir zaman için- geri döndürülemez olacaktır. Çünkü yeni bir teknolojik sistemin geliştirilmesi birkaç yüzyıl ya da daha fazla sürecektir. Hatta bazı kişiler Dünya’da teknolojik sistemin tekrar kurulamayacağını düşünmektedirler.

Kural (iv): Teknolojik sistemi “öldürme” hedefine sahip bir devrimci hareket kendisine katılacak uygunsuz kişileri dışarıda tutacak yöntemler geliştirmelidir. Büyük olasılıkla asıl tehlike, kendilerini herhangi bir davaya adamak zorunda hisseden “solcu” (STVG’de tanımlandığı şekliyle) tiplerden gelecektir. Hareket, solcu inançlara, hedeflere ve fikirlere yönelik gerçekleştirilen sürekli bir sözlü ve ideolojik saldırı ile kendisini bu tarz insanlardan koruyabilir. Eğer bu, solcuları geri püskürtmede yetersiz olursa ya da diğer istenmeyen tipler (sağcılar gibi) harekete yönelirse hareketi “saf” tutmanın başka yolları bulunmalıdır.

Kural (iii): Zor kısım, insanları pratik eylem için organize etmek olacaktır. Bu görevin yerine getirilmesi için bir formül ya da tarif veremeyiz. Fakat bu görevi yerine getirmeye çalışanlar, takip eden Dördüncü Bölüm’deki fikirleri ve bilgileri uygularlarsa karşılaşacakları zorluklar daha az olacaktır.

Dördüncü Bölüm: Anti-Teknolojik Bir Hareket İçin Stratejik İlkeler

Güç son karar verici, kararlı bir mücadele işin püf noktası ve zafer işleri sonuna kadar götürecek cesarete ve disipline sahip olanlarındır. Bu tarz bir bakış, toplumun tüm güçlerinin kendilerinin karşısında olduğunu düşünen ve kendilerini karanlıkların içinden tarih sahnesine fırlatmak isteyen grupların bir karakteristiğidir.

—Philip Selznick

1. Anti-teknolojik bir hareket için başarıya giden spesifik bir yol önceden çizilemez. Hareket, teknolojik sistemin çöküşünü gerçekleştirebileceği fırsatların ortaya çıkmasını beklemek zorunda olacaktır. Bu fırsatların tam olarak neler olacağı ve ortaya çıkış zamanları, genel olarak, tahmin edilemez olacaktır. Dolayısı ile hareket, bu tarz tüm fırsatları anında değerlendirebilecek tarzda kendisini hazırlamak zorundadır.

İlk olarak, hareket kendi içsel güç kaynaklarını inşa etmelidir. Kendilerini tamamı ile teknolojik sistemin ortadan kaldırılmasına adamış bireylerden oluşan güçlü ve birleşmiş bir organizasyon kurmak zorundadır. Sayılar ikincil bir öneme sahip olacaktır. Yüksek nitelikli kişilerden oluşan sayıca küçük bir organizasyon, çoğu üyenin vasat özelliklere sahip olduğu çok daha büyük bir organizasyona göre çok daha etkili olacaktır. Örgüt, toplumsal hareketlerin dinamikleri ile ilgili anlayışını, fırsatları ortaya çıktığı anda tespit etmek ve onları nasıl kullanacağını bilmek için geliştirmek zorundadır.

İkincisi, hareket sosyal çevresine referansla güç inşa etmek zorundadır. Fikirleri, kararlılığı, etkililiği ile saygı kazanmalıdır. Eğer kendisinden genel olarak korkuluyor ve nefret ediliyorsa bu daha iyidir. Fakat tüm muhalif hareketler arasındaki en saf ve en tavizsiz devrimci hareket olarak nam salmalıdır. Böylece, insanların umutsuzluğa düştüğü ve mevcut toplumsal düzene tüm saygılarını ve güvenlerini kaybettikleri derin kriz geldiğinde birçok kişinin başvuracağı hareket olacaktır.

Üçüncüsü, bu saygı ve güven kaybının oluşması adına hareket, insanların teknolojik sisteme olan inançlarını sarsmak için elinden geleni yapmalıdır. Muhtemelen bu, hareketin yapması gereken en kolay işlerden birisi olacaktır; çünkü işin büyük bir bölümü hareketin çabalarından bağımsız olarak gerçekleşecektir. Sistemin kendi başarısızlıkları ona olan güvenin sarsılmasına sebep olacaktır. Üstelik, sisteme olan inancını kaybetmiş entelektüellerin söylemleri ve yazıları, özellikle çevre konuları ile alakalı olanlar, insanların mevcut toplumsal düzene olan güvenlerinin sarsılması yönünde şimdiden işlemektedir. Bu entelektüellerin çok azı potansiyel devrimcilerdir. Bu sebeple anti-teknolojik bir hareket onları doğrudan desteklememelidir. Fakat hareket, sistemin başarısızlıklarının yaygın ve telafi edilemez karakterini vurgulayarak ve sistemin mümkün olan her durumda zayıf ve korunmasız görünmesini sağlayarak mevcut toplumsal düzene olan güvenin çöküşünü hızlandırabilir.

Bu bölümde, yukarıdaki paragraflarda kabaca çizilen resmin ayrıntılarını doldurmaya çalışacağız.

2. Devrimler hemen hemen hiçbir zaman gerçekleşmelerinin çok öncesinde başarılı bir şekilde planlanamazlar. Bu, spesifik tarihsel olayların genel olarak tahmin edilemez olmaları prensibinin bir sonucudur. Irving Horowitz, devrimlerin, ya daha önceden belirlenmiş bir eylem planı olmadan ya da bu programın doğrudan ihlal edilmesi ile gerçekleştirildiğini doğru bir şekilde gözlemlemektedir. Herbert Matthews ise “modern zamanlardaki devrimci liderlerden yalnızca Hitler’in programını önceden çizdiğini ve buna bağlı kaldığını” vurgulamaktadır. Devrimciler deneme-yanılma ile ve önlerine çıkan fırsatları (bu fırsatlar genellikle önceden tahmin edilmez) yakalayarak ilerlemek zorundadırlar. Lenin’in söylediği gibi: “Genellikle el yordamı ile ilerlemeye çalışıyorduk… . Kim, önceden nasıl yapılacağını bilerek devasa bir devrimi sonuca ulaştırabilir?” Ocak 1917’de Lenin, kendi ömründe bir devrimin Rusya’da mümkün olacağını düşünmüyordu. Bolşevikleri Rusya’nın hakimi yapabilmesinin sebebi, Petersburg’taki Şubat 1917 devriminin sunduğu beklenmedik fırsatı görebilecek zekaya ve bunu değerlendirebilecek dirayete sahip olmasıdır.

3. Fakat büyük fırsatların gelmesi uzun zaman alabilir ve devrimci hareket bu fırsatlar için uzun süre beklemek zorunda kalabilir. Bu durum, hareketin rahatlayabileceği ve işleri kolaydan alabileceği anlamına gelmemektedir. Tam tersine, hareket fırsatları beklerken sıkı çalışmaya devam etmelidir. Bu yalnızca fırsatlar ortaya çıktığında hareketin bunu değerlendirebilecek güce sahip olması için önemli değildir; aynı zamanda, faaliyette bulunmayan bir hareket mevcudiyetini devam ettiremez ya da tembel bir yığına dönüşür. Bir hareketin üyeleri amaçlı bir çalışma ile meşgul edilmedikleri taktirde çoğu ilgisini kaybedecek ve uzaklaşacaktır.

Hareketin aktif kalmasını gerektiren bir diğer sebep, devrimcilerin fırsatlar için pasif bir şekilde beklemesinin yeterli olmamasıdır; bu fırsatların kısmi olarak devrimciler tarafından yaratılması gerekebilir. Mevcut toplumsal düzendeki ciddi bir bozukluğun, muhtemelen, devrimcilerin yapabileceklerinden bağımsız olarak ortaya çıkması gerekir. Fakat böyle bir bozukluğun sistemin ortadan kaldırılmasını mümkün kılacak ciddilikte bir fırsat sunup sunmayacağı devrimci eylemin geçmişte yapacaklarına bağlı olabilir. Örneğin Rusya’da Çar rejiminin zayıf karakterini oluşturan asıl sebepler devrimciler tarafından oluşturulmamıştır. Fakat rejimin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi ile birlikte bir devrim fırsatı ortaya çıkmıştır ve bu yenilgiye devrimci eylemin sebep olduğu söylenebilir. Çünkü “savaş halindeki hiçbir ülkede politik ajitasyon, Rusya’da olduğu gibi, cephe arkasının etkili bir şekilde seferber edilmesini engelleyecek yoğunlukta yapılmamıştır.” Sonrasında Petersburg işçilerinin beklenmedik bir şekilde ve kendiliğinden gerçekleşen ayaklanması Bolşeviklere büyük fırsatlarını sunmuştur. Eğer Bolşevikler bu ayaklanmanın öncesinde işçileri Marksist fikirler ile endoktrine etmiş olmasalardı, muhtemelen bu ayaklanma etkisiz bir sinir patlamasından ibaret olacaktı. Bolşevikler işçilere bir teori ve ideal vererek, bu ayaklanmanın belirli bir amacı olan organize ve efektif bir hareket olmasını sağlamışlardır.

4. Yukarıda 2. Kısım’dan anlaşılıyor ki, devrimci bir hareket, beklenmeyen hadiselere başarılı bir şekilde cevap verebilmek için hazır olmak zorundadır. Eğer bir eylem planı uzun denebilecek bir zaman dilimini kapsıyorsa, hareketin bu plana bağlılığı, öngörülmemiş gelişmelerin gerektireceği tarzda yeniden pozisyon almayı ya da bu plandan tümden vazgeçmeyi engelleyecek tarzda olmamalıdır. Başka bir deyişle, hareket esnekliğini korumalıdır.

Askeri taktik ve strateji konularını çalışanlar, esnekliğin önemini uzun süredir bilmektedirler. Lenin devrimci çalışmada “taktik esnekliğin” olmasını istemiştir ve Trotsky Bolşeviklerin gücünü, “devrimci kararlığı her zaman için büyük bir esneklik ile birleştirebilmelerinde” görmüştür. Mao Zedong şöyle yazıyor:

Toplumu değiştirme pratiğinde insanların orijinal fikirleri, teorileri, planları ya da programları çok nadir olarak herhangi bir değişikliğe uğramadan gerçekleşirler. Fikirler, teoriler, planlar ve programlar, pratik sırasında öngörülmemiş durumların ortaya çıkması sebebiyle genellikle kısmen ve hatta bazen tamamen değişikliğe uğrarlar. Yeni, orijinal fikirler; teoriler; planlar ya da programlar gerçek ile ya tamamen ya da kısmen bağdaşmazlar ve tamamen ya da kısmen doğru değillerdir. Pek çok durumda, başarısızlıklar, teorideki hataların düzeltilmesinden ve beklenen sonuçların pratikte elde edilmesinden çok daha önce düzeltilmelidirler.

Gerçek devrimci liderler fikirlerini, teorilerini, planlarını ya da programlarını yalnızca hatalar ortaya çıktığı zaman değiştirmekle görevli değildirler; aynı zamanda önerilen yeni devrimci görevlerin ve yeni çalışma programının durumdaki değişikliklere uyumlu olmasını sağlamakla da görevlidirler.

Bu, esneklik ihtiyacını vurgulamanın başka bir yoludur.

5. Üçüncü Bölüm’de tartışıldığı gibi, devrimci bir hareketin günümüzdeki tek ve nihai hedefi dünya çapındaki teknolojik sistemin topyekun çöküşü olmalıdır. Bu yazara mektup yazan bir kişi, teknolojik sistemin çöküşünden sonra herkesin maruz kalacağı akut fiziksel tehlike ve zorluklar sebebiyle böyle bir çöküşü hedef alan bir harekete dünya nüfusunun çoğunluğunun karşı geleceğini ve bu hareketin bu sebeple hiçbir şey başaramayacağını iddia etmiştir.

Hiç şüphe yok ki, sistemin çöküp çökmemesi üzerine bugün bir referandum yapılsa sanayileşmiş toplumlarda yaşayan insanların en az yüzde doksanı “hayır” diyecektir. İnsanların sisteme olan tüm saygılarını ve güvenlerini kaybettikleri bir kriz durumunda dahi, bu kez çok daha küçük bir çoğunluk olmasına rağmen yine de çoğunluk, topyekun çöküşün karşısında oy kullanacaktır. Fakat bunun devrim karşısında ciddi bir engel teşkil edeceği varsayımı “demokratik yanılgı” adını verdiğimiz bir hatadan kaynaklanmaktadır: Demokratik seçimlerde olduğu gibi toplumsal mücadelelerde de sonucun belirli bir tarafı tutan insanların sayısı ile belirleneceği düşüncesi. Gerçekte toplumsal mücadeleler, temel olarak sayılar tarafından değil, toplumsal hareketlerin dinamikleri tarafından belirlenirler.

6. Söylememize gerek yok ki gerçek devrimciler -hareketin çekirdeğini oluşturan ve bu işe kendilerini derinden adayan kadrolar- her türlü zorluğu ve en yüksek riskleri, hatta davaları uğrunda ölümün kesinliğini dahi kabul etmeye hazır olacaklardır. Erken dönem Hristiyan şehitlerini; El Kaide, Taliban ya da cihatçı intihar bombacılarını; ya da Rus Devrimi’nin suikastçılarını düşünmemiz yeterlidir. Sosyal Devrimci Kalyaev bir Rus grandükünü 1905 yılında öldürdükten sonra, dükün karısı onu hapishanede ziyaret etmiştir ve ona şunları söylemiştir: “Nedamet getir … ve ben de Çar’a seni atfetmesi için yalvarayım.” Kalyaev’in cevabı şu olmuştur: “Hayır! Nedamet getirmiyorum. Yaptığım için ölmeliyim ve öleceğim… . Benim ölümüm davaya grandükün ölümünden daha faydalı olacak.”

Daha sonra, 1918 yılında, Fanny Kaplan Lenin’e iki kurşun sıktığında, bunu hayatı ile ödeyeceğini kesinlikle biliyordu. Benzer şekilde Charlotte Corday, Jean-Paul Marat’yı Fransız Devrim’i sırasında öldürdüğünde giyotine gideceğini biliyordu. Nisan 1916 ayaklanmasını gerçekleştiren İrlandalı aşırı milliyetçiler umutsuz riskler aldıklarını kesinlikle biliyorlardı ve içlerinden bir azınlık bilinçli bir şekilde şehitliğin peşinden gidiyordu. Daha sonra idam edilenlerin pek çoğu “son sözlerinde … ölümlerinin bir çeşit zafer olduğunu belirtmişlerdir.”

7. Kritik olarak gördükleri hedefler uğrunda acı çekmeyi ve ağır riskleri göze alacak kişiler yalnızca, küçük bir azınlık olan koyu devrimcilerden ibaret değildir. Pek çok sıradan insan, toplumlarında ciddi bir bozulma baş gösterdiğinde ya da en çok önem verdikleri değerler tehlike altında olduğunda veya soylu bir amaç olarak gördükleri bir şey için motive olduklarında bir kahramana dönüşürler ve inanılmaz cesaret gösterirler.

“İnsanın, çektiği acının bir anlamı ve nedeni olduğuna kesin olarak inanması halinde insan üstü bir acıya katlanabilmesinin mümkün olduğu” söylenmiştir. Bu ifade, yalnızca Fransız, Rus ve diğer devrimlerin tarihi tarafından değil, tarihte yaşanan diğer pek çok örnek tarafından da doğrulanmıştır. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndaki ölüm, yıkım ve Alman işgalcilerin onlara reva gördüğü vahşi acımasızlıklara rağmen Ruslar, direnme iradelerini hiç bir zaman kaybetmemişlerdir. Aynı şekilde sivil Alman nüfusunun morali, şehirlerini bir harabeye çeviren ve kimi durumlarda tek bir operasyonla on binlerce kişiyi öldüren korkunç Müttefik bombardımanları karşısında kırılmamıştır. Müttefik hava kuvvetlerinin mensupları, verdikleri yüksek kayıplara rağmen Avrupa üzerindeki tartışmalı hava sahasında görevlerine devam etmişlerdir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgalindeki Polonya üzerinde göreve çıkan Amerikan pilotlarının dörtte üçü öldürülmüştür. Hayatta kalanlar buna rağmen uçmaya devam etmişlerdir. Bu sırada, karadaki birçok piyade eşit derecede tehlikeye ve çok daha fazla fiziksel zorluğa maruz kalmalarına rağmen savaşmaya devam etmişlerdir.

Yukarıdaki paragrafta örnek gösterilen sivillerin çoğu zorluklardan ve tehlikelerden gönüllü olarak geçmemişlerdir. Kontrolleri dışındaki koşulların onlara dayattığı berbat şartlara rağmen çalışmaya devam ederek cesaretlerini göstermişlerdir. Bazı asker kişilerin savaşta gönüllü olduklarına şüphe yoktur, fakat gönüllü olanların çoğu ne ile karşılaşacaklarının farkında değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın muhtemelen en çok madalyaya sahip Amerikan askeri olan Audie Murphy’nin durumu kesinlikle böyleydi; gönüllü olduğunda savaş hakkındaki düşünceleri oldukça naifti.31 Yine de, bir dava için ya da sorumlu olduklarını düşündükleri şeyi başarmak adına kritik durumlarda bilerek olağanüstü riskler alan ve aldıkları risklerin nelere yol açabileceğinin tamamen farkında olduklarını varsayabileceğimiz insanların çok sayıda örneği bulunmaktadır—üstelik sadece küçük bir azınlık olan koyu devrimciler değil, aynı zamanda çok sayıda sıradan normal insan da bu şekilde davranmıştır. 1922 yılında, İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın umutsuz ve kanlı karakteri şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıktığında dahi, savaşa katılanların sayısında bir azalma olmamıştı. “Büyüklerini taklit etmek isteyen yeni ve istekli genç savaşçılar” savaşa katılmaya devam ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya ve Fransız direniş hareketinin de yeni üye çekme konusunda bir sıkıntı yaşamadıkları anlaşılmaktadır. Bu kişiler, İrlandalıların durumunda olduğu gibi yalnızca ölüm riskini değil, aynı zamanda dayanılmaz işkencelerden geçme tehlikesini de göze alıyorlardı. Charles de Gaulle’in Fransız Direni şi’ndeki şahsi temsilcisi olan Jean Moulin yakalanmış ve Gestapo tarafından ölene kadar işkenceden geçirilmiştir. Fakat işkencede çözülmemiş ve sırlarını paylaşmamıştır. “1941 yılında Özgür Fransa, Kaptan Scamaroni’yi eylem hazırlama görevi ile [Korsika’ya] göndermiştir… . Maalesef cesur delegemiz İtalyanlar’ın eline düşmüştür… . Korkunç işkencelerden geçen Scamaroni sırlarını paylaşmamıştır.”

Bazı insanlar, kendi şahsi problemleri ile alakası olmayan davalar için dahi ölümü hatta daha fazlasını göze alacaklardır. Binlerce Yahudi olmayan Polonyalı, Yahudileri Nazilerden kurtarma çabalarına katılmıştır. Polonyalılar, Yahudilere yard