Toplum ve Bilim, 41, Bahar 1988
Şahin Alpay’ın günümüzden yaklaşık 34 önce yazılmış bu değerli yazısı, ’68’in eşsiz bir özeti ve tahlili olduğu için, kendisinin izniyle burada yeniden yayınlıyorum. Yazının sonuna doğru yaptığı “devrimcilik-demokratlık” ayrımı ise yazıda katılmadığım neredeyse tek görüştür. Kanımca, devrim ile demokrasi arasında değil, devrim ve demokrasi ile Leninist despotizm arasında bir zıtlık söz konusudur. Ne yazık ki, Şahin Alpay’ın ayrıntısıyla anlattığı gibi, gençliğimizde bunu böyle kavrayamamıştık.
Gün Zileli
1968, dünyayı sarsan olaylarla dolu bir yıl, bir annus mirabilis, “mucizeler yılı” olmuştu. Bu olayların odağında, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda dünyaya gelmiş olan insanlar vardı. O yıl ABD’den Japonya’ya, Meksika’dan Fransa’ya, Çekoslovakya’dan Çin’e kadar uzanan birçok ülkede bir “gençlik ayaklanması” yaşandı. Bu “ayaklanma”, her ülkenin farklı koşullarında, farklı çıkış noktalarından hareket ediyor; farklı nitelikler taşıyordu. Ama tüm ülkelerdeki ortak özelliği, kurulu düzene karşı bir “başkaldırı” olmasıydı. “İletişim devrimi”nin o güne değin görülmedik bir etkileşime soktuğu dünyamızda, bir ülkedeki başkaldırı, başka bir ülkedekinin işareti olmuştu.
Türkiye de 1968 gençlik ayaklanmasına sahne olan ülkelerden biriydi. Türkiye’deki gençlik başkaldırısı, Batı’daki ve Doğu’dakilerden gerek boyutları, gerekse kendine koyduğu hedefler açısından farklıydı, kendine özgüydü. Ama o da sinyalini dünyadan almıştı.
O mucizeler yılında yaşanan olaylar, birçok ülkede sonraki dönemin gelişmeleri üzerinde derin izler bıraktı. 1968, bir başlangıç ya da “sonun başlangıcı” idi. Türkiye’de de öyle oldu…
Yirminci yıldönümünde, ondan etkilenen tüm ülkelerde 1968’in yeniden değerlendirmeleri yapılıyor. O yılın simgelediği gençlik başkaldırısının nedenleri ve sonuçları tartışılıyor;.getirdikleri ve götürdükleri sorgulanıyor. Bu değerlendirmelerin; şimdi, 1988’de yapılıyor oluşu, sanırım, aradan bir yuvarlak yirmi yıl geçmiş olması veya o sırada yirmi yaşında olanların bugün kırkına varmış olmalarından ziyade, 1968’in muhasebesinin daha soğukkanlı bir biçimde yapılmasını mümkün kılan koşulların varlığıyla ilgilidir. Bunun, özellikle Türkiye bakımından geçerli olduğunu düşünüyorum. Zira, 1968 gençlik ayaklanması Türkiye’de 27 Mayıs’la başlayan, o güne değin görülmemiş özgürlük ve demokrasi ortamının doruğuna yükselişini simgelediği kadar, bu ortamın 12 Eylül’le tam ve kesin bir şekilde son bulması sürecinin başlangıcı olarak da görülebilir.
Türkiye’nin yakın tarihinde birçok açıdan bir bütünlük arzeden 1960-80 döneminin serinkanlı bir değerlendirmesini yapmak için elverişli koşulların ancak bugün, 12 Eylül’ün üzerinden iki genel seçim geçtikten sonra oluştuğu söylenebilir. Bugün, bu değerlendirmeyi yapmak için koşullar az çok elverişli olduğu gibi, toplum olarak yeniden bir özgürleşme ve demokratikleşme beklentisi içinde oluşumuz, bu muhasebeyi çok gerekli de kılıyor.
Öncesi ve sonrasıyla “Türkiye’de 1968″in “içinde” yaşamış bir kişi olarak, ’68 gençlik başkaldırısını yeniden ‘değerlendirme çabalarına kendimce bir katkıda bulunmayı önemsiyorum. 1965’ten itibaren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü’nün giderek daha aktif bir üyesi, 1966-67 ders yılında fakülte Öğrenci Derneği’nin seçimle gelen ilk solcu başkanı ve 12 Mart’la noktalanan dönemde solcu gençler tarafından çıkarılan çeşitli yayınların düzenli bir “yazarı” olarak, ’68 kuşağının “göbeğinde” yer aldığımı söyleyebilirim. Burada yansıtacağım görüşlerin, şimdi benim gibi kırklarını süren birçok arkadaşımın düşüncelerine tercüman olacağını sanıyorum. Öte yandan, böyle bir yeniden değerlendirmeyi, 1968 sonrasında meydana gelen olaylarda hayatlarını yitiren ve yaşamış olsalar, bugün farklı düşünmeyeceklerine inandığım birçok sevgili dostun anısına borçlu olduğumu da düşünüyorum.
DÜNYA’NIN ORTAMI
1968’in ortamı, 1960’lar dünyasıdır. 1960’larda ve özellikle ikinci yarısında dünya, ’68’in hazırlayıcısı olan şu önemli gelişmelere sahne oldu:
Kapitalist Batı dünyası, savaş sonrasında giderek hızlanan bir büyüme ile ekonomide “altın yılları” yaşıyordu. Buna karşılık aydınlar arasında liberal demokrasiye duyulan inanç önemli ölçüde sarsılmıştı. Eleştirenlere göre: Liberal demokratik düzen hiç de John Stuart Mill’in öğretisine uygun bir gelişme göstermiyordu. Bireylerin karar verme süreçlerine giderek daha etkin bir şekilde katıldığı, bireyleri giderek “geliştiren” katılımcı bir demokrasi yerine, büyük çoğunluğun gittikçe politikadan uzaklaştığı, sıradan bireylerin siyasi ve iktisadi kararlara etkisinin sıfıra yaklaştığı bir demokrasi hâkim olmuştu. Demokrasi, (partilerde örgütlenmiş) elitler arası rekabete, bir seçimden diğerine kadar ülkeyi hangisinin yöneteceğini belirleyen bir mekanizmaya indirgenmişti. Liberal demokrasiye karşı liberal geleneğin içinden de gelen eleştiriler aydınlar arasında radikal görüşlere, bu arada Marxizm’e yeniden bir güç kazandırdı. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da kurulan diktatörlüklerin “günahları” büyük ölçüde Lenin ve özellikle Stalin’e yüklendi; yanlışlardan arınmış, doğru yorumlanmış Marxizm’in toplumun demokratikleşmesine ışık tutacağı görüşünün temel olduğu “Yeni Sol” fikirler yaygınlık kazandı. Batı’da “Yeni Sol” akım ve Marxizm’in canlanışı, uluslararası komünist harekette ortaya çıkan gelişmelerle de destekleniyordu.
DEVRİMDE DEVRİM
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 1956’daki 20. kongresiyle baş- |
layan de-Stalinizasyon dönemi ya da “Moskova baharı” 1964’te Kruşçev’in devrilmesiyle son buldu; Soyyet komünizmi, her türlü hayatiyetten yoksun, bürokratik bir diktatörlük olarak yeniden sağlamlaştı. Stalinist, bürokratik komünizme karşı tepkiler, komünist dünyanın merkezinden çevresine kaydı. Periferide, “buyurucu” merkezden bağımsızlık arayışını da içeren bu tepkilerin en önemlileri şunlardı:
- Çin Komünist Partisi (ÇKP) lideri Mao Zedung, Sovyet rejimini “Hitler tipi bir burjuva diktatörlüğü” olarak niteledi ve 1966’da Çin devrimini Sovyet devriminin kaderine uğramaktan kurtarmayı amaçlayan “Kültür Devrimi”ni başlattı. Üçüncü Dünya’nın en kalabalık ülkesinde komünistler, bir’avuç bürokratın değil, “halk kitlelerinin” yönetiminde yeni bir tip sosyalizm uygulamak iddiasıyla bizzat komünist partisini topa tutarak, devrimde devrim yapmaya giriştiler. Üçüncü Dünya ülkelerindeki devrimcileri, Moskova’ya bağlı “revizyonist” partileri terk ederek, silahlı devrim yapmaya çağırdılar.
- Küba devriminin sosyalist bir kimliğe bürünmesinden sonra Latin Amerika’da Moskova’ya bağımlı, yerleşik, tutucu komünist partileri büyük bir itibar kaybına uğradı. Bu kıtada devrimci Marxizm’in “bayrağını”, herhangi bir bürokratik partiye bağlı olmadan mücadele veren kır ve şehir gerillaları devraldı. Bolivya’da Che Guevara’nın kır gerillaları, Uruguay’da Tupamaros’un şehir gerillaları pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde devrimci bir romantizmi alevlendirdi.
- Buyurucu, bürokratik Sovyet komünizmine farklı türde bir tepki Çekoslovakya’da patlak verdi. Sosyalizmin ana yurdunda Kruşçev’in devrilmesiyle son bulan reform denemesini, 1966’da, Sovyet Bloku’nun en batı ucundaki ülkede, Alexander Dubçek başkanlığındaki Komünist Partisi yönetimi başlattı. Dubçek, “Güler yüzlü sosyalizm” sloganlyla Kruşçev’den çok daha ileri gitmeyi amaçlayan bir denemeye girme cesaretini gösterdi. Güçlü bir bireyci ve burjuva kültür geleneğine sahip olan Çekoslovakya’nın Sovyet komünizmine başkaldırısı, Üçüncü Dünya’daki başkaldırılardan hayli farklı olarak, Marxizm’in “devrimci” değil, demokratik ve özgürlükçü bir yorumunu esas alıyordu.
BATI’DAKİ “KARŞI KÜLTÜR”
Batı’ya dönersek: Güçlü bir bireyci kültürün hâkim olduğu Batı’da kurulu düzene başkaldırı, yeni bir siyasal, sosyal ve ekonomik düzen arayışları (Yeni Sol, Marxizm, vb.) yanı sıra, birbirinden hayli farklı amaçlara yönelen, kimi zaman iç içe geçen çok çeşitli demokratik kitle hareketlerini doğurdu. Farklı ve daha özgür yaşam biçimleri arayışındaki hippiler; nükleer silahlara ve genel olarak savaşa karşı pasifistler; ekonomik gelişme uğruna doğal çevrenin tahribine karşı çıkan çevreciler/yeşiller; kadınların eşitliği için mücadele veren feministler de 1960’ların sonlarında Batı’daki başkaldırının güçlü kolları idi.
Gençlik başkaldırısı, Batı’da, özellikle ABD’yi derinden sarstı. 0 günlerin Amerikası’nda gençler, “30 yaşın üzerinde kimseye inanmayın sloganında ifadesini bulan bir “karşı kültür” geliştirdi. Hippi akımı; “cinsel devrim” sloganıyla ifade edilen cinsel özgürlük hareketi; Vietnam’daki emperyalist savaşa karşı barış hareketi; zencilerin eşitliği için mücadele eden İnsan Hakları hareketi vb. kapitalizmin kalesi ABD’yi altüst etti.
1960’ların ikinci yarısında uluslararası komünist ve Marxist harekette meydana çıkan gelişmeler, Türkiye’de ilk kez görece özgür bir ortamı yaşayan sol hareket üzerinde derin etkiler yaptı. Batı’daki “düzene karşı başkaldırı”nın Türkiye’ye etkileri ise çok daha sınırlı oldu. Hippilerin, çevrecilerin, pasifistlerin, feministlerin ortaya attıkları sorunlar, Türkiye’ye ya pek az intikal etti ya da çok sonra, 1980’lerde gündeme girdi.
Bu yıllarda Türkiye’deki gençlik başkaldırısını hayli güçlü bir şekilde etkileyen bir dış gelişme de, Filistin Direnme Hareketi’nin örgütlenerek, vatanın’ kurtarmak için silahlı mücadeleye girişmesiydi. Türkiye’deki gençlik hareketinin giderek radikalleşmesinde, Filistin Devrimi’nin dolaylı ama azımsanmayacak bir rolü oldu.
1960’ların ikinci yarısında Türkiye’deki gençlik hareketini yakından veya uzaktan etkileyen dünya, böyle bir dünyadır. iletişim devriminin, haberleşme olanaklarındaki devasa gelişmelerin giderek “küçülttüğü” dünyamızda Türkiye; Paris, Roma, Stockholm’den Tokyo’ya uzanan üniversite boykot ve işgallerinden; Che Guevara’nın Bolivya dağlarındaki “foko”larından; MonteVideo’daki Tupamaros gerillalarından; Çaru Mazumdar’ın önderliğindeki Hindistan Marxist-Leninistlerinin “sınıf düşmanıni imha” politikasından; FKÖ’nün Suriye ve Lübnan’daki gerilla kamplarından haberdardır.
TÜRKIYE’DE ORTAM
Türkiye’de ’68’i hazırlayan iç koşullar ise ana çizgileriyle şunlar:
1960’lar Türkiyesi’nin belki de en önemli özelliği 1961 Anayasası ile gelen, ülke-tarihinde o güne değin görülmemiş bir siyasi özgürlük ve demokrasi ortamıdır. Ülkenin ilk seçimle gelen yönetimi, DP iktidarına karşı 27 Mayıs 1960’da yapılan askeri darbenin hazırlanmasında ve meşrulaştırılmasında ana rolü “siyasi özgürlük ve demokrasi” talepleri oynamıştı. Muhalefetin haklarını hiçe sayan ve giderek bir çoğunluk diktatörlüğü kurmaya yönelen DP iktidarına karşı ayaklanan gençler “özgürlük” ve “demokrasi” istemişlerdi.
DP yönetimine karşı başkaldıran gençlik hareketinin bir yönüyle “manipüle” olduğu, yani askeri müdahaleyi hazırlayan ve gerçekleştiren güçler tarafından mobilize edildiği açıktır: Öte yandan gençler, üniversitelerde öğrendikleri demokrasi derslerinin de etkisindeydi. 27 Mayıs darbesine destek sağlayan gençlik hareketinin ne ölçüde “manipüle” olduğu tartışılabilir; ancak bu hareketin, fazla gelişmiş olmasa da, bir “özgürlük ve demokrasi” söylemi içinde davrandığı yadsınamaz.
1960’ların ikinci yarısında, 1965 seçimlerinde DP’nin mirasçısı Adalet Partisi’nin, elverişsiz seçim kanununa rağmen, tek başına iktidara gelmesinden sonraki dönemde gençlik hareketinin “özgürlük ve demokrasi” söyleminden uzaklaştığı ve büyük çoğunluğu ile bir “düzen değişikliği”, “devrim” ve “sosyalizm” söylemi içine girdiği görüldü.
1960’lar Türkiyesi’nin başka bir temel özelliği, 1962’de başlayan ve 1970’lerin ortalarına kadar süren bir dönem için, sürekli ve oldukça hızlı bir ekonomik büyümenin ve reel ücretlerde sürekli artışın yaşanmasıdır. 1960’larda Türkiye, o güne kadar görmediği ölçüde geniş özgürlük ve demokrasi yanında, o güne kadar tanık olmadığı ölçüde hızlı ekonomik kalkınmaya sahne oluyordu. Buna karşın, 1960 sonrasında gerçekleşen demokrasiyi de, ekonomik gelişmeyi de “yetersiz” ve “aldatıcı” bulan görüşler, seçmenler nezdinde olmasa da, aydınlar ve üniversiteli gençler arasında giderek yayıldı:
1960’ların ikinci yarısında yurt ve dünya sorunları, felsefi ve siyasi sorunlar üzerinde kafa yormaya başlayan gençler, o güne kadar görülmedik ölçüde geniş bir özerklik elde etmiş olan üniversitelerde okuyor; derslerde, seminerlerde, dersler dışında, hocalarla ve kendi aralarında kafalarını kurcalayan sorular konusunda o güne kadar görülmedik canlılıkta bir tartışmayı sürdürme olanağını buluyorlardı. Üniversite öğrencilerine 1961 anayasasınca tanınan derneklerde ve siyasi partilerde örgütlenme olanağı, gençleri giderek daha aktif bir şekilde siyasal faaliyetin içine sokuyordu. Ülke tarihinde ilk kez böylesine geniş bir fikri ve siyasi çalışma özgürlüğüne kavuşan gençler, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de yerleşik değer, kurum ve otoriteleri sorguluyor ve kurulu düzene başkaldırıyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşakların değer verdikleri şeylerin bir çoğu artık reddediliyordu. Başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de gençler, demokratik ortamın fışkırmasına olanak sağladığı büyük bir enerjiyle yeni bir Türkiye ve yeni bir dünya istiyorlar ve yeni bir Türkiye ve yeni bir dünya kurabileceklerine inanıyorlardı. 1961 Anayasası’nın sağladığı olanaklarla ilk kez oldukça geniş bir özgürlüğe kavuşan sosyalist ve sosyalizan yayınlar, gençlerin entellektüel gelişmesi üzerinde çok ağırlıklı bir etki yapıyordu.
Türkiye’de Marxizm’in o güne kadar görülmedik ölçüde geniş bir özgürlüğe kavuşması ile Marxizm’in tüm dünyada canlanışı aynı yıllara rastlamıştı. ABD kaynaklı “Yeni Sol”dan, Fokoculuğa ve Maoculuğa kadar uzanan Marxizm’in hemen tüm çeşitleri Türkiye’de kendilerine etkinlik sağlama olanağını bulmuştu.
Öte yandan, komünistlere söz ve örgütlenme özgürlüğü tanınmayışı (bugün olduğu gibi, o gün de) komünizme bir “cazibe” kazandırıyor; Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Castro’nun vb. “yasak” düşüncelerini öğrenmek büyük bir merak konusu oluyordu. Marxizm-Leninizm’in ustalarının Türkçe’ye çevrilen kitapları giderek daha büyük bir okur kitlesine yayılıyordu. Marxist-Leninist literatür arzu edilen hızla çevrilip yayılamadığı için, yabancı dil bilen gençler dünyadaki gelişmeleri izleme açısından büyük bir imtiyaz elde etmişti.
MARXİZM’İN “KEŞFI”
Gençlerin “yeni bir düzen” talebine en cazip yanıtı, yeni keşfettikleri Mar- |
xizm’de bulmaları da çok şaşırtıcı değildi. Marxizm, ülkenin ve dünyanın karmaşık ve çapraşık gerçeklerinin anlaşılmasını fevkalade basit ve kolay bir hale getiriyor; bu sihirli anahtara sahip olunca yeryüzünde cenneti kurmanın fazla güç olmadığı inancını veriyordu.
Marxizm’in ve Marxizan görüşlerin, gençler arasında geniş bir kabul görmesinin nedenleri arasında, ülkede gelir ve servet dağılımındaki büyük adaletsizliğin önemli bir rolü olduğu da yadsınamaz. Denebilir ki, 1961 anayasası ile oldukça geniş bir siyasi özgürlük ve demokrasinin gerçekleşmesinden sonra, gençlerin siyasal söyleminde sosyal ve ekonomik eşitlik talebi, bireyin temel hak ve özgürlüklerinin önemini ve değerini giderek tamamen unutturacak şekilde hâkim olmuştu.
1968’de Batı’dan gelen sinyallerle başlayan üniversitelerde boykot ve işgal eylemleriyle doruğuna ulaşan gençlik hareketinin, o güne kadarki gelişimi incelendiğinde, bu hareketin Türk toplumunun demokratikleşmesi mücadelesinde önemli bir yeri olduğu yadsınamaz. 1960’ların ikinci yarısındaki gençlik hareketi, o güne kadar ve o günden bu yana görülmedik ölçüde yaygın ,bir katılımla, öğrenci olarak kendi sorunlarına sahip çıktığı gibi; büyük bir enerjiyle konuşarak, tartışarak, yazarak, örgütlenerek toplumumuzdaki yenilenme arzu ve ihtiyacını güçlü bir şekilde dile getirmiştir. Toplumumuzda o güne kadar tabu sayılan birçok konunun tartışılmasının meşru hale gelmesi, bu demokratik kitle hareketinin eseridir, denebilir.
1960’ların ikinci yarısında gençlik hareketi, yerleşik değerleri, kurumları ve otoriteyi sorgulayan ve eleştiren bir güç olarak Türkiye toplumunun demokratikleşmesi mücadelesine önemli bir katkıda bulundu. Öte yandan gençler ilk kez bu dönemde işçilerin ve yoksul köylülerin sorunlarıyla yakından ve yoğun bir biçimde ilgilendiler; gelir ve servet dağılımındaki büyük adaletsizliklerin giderilmesi talebini var güçleriyle duyurdular.
Gençlik hareketine katılanlar, çok değerli bir siyasi eğitimden geçtiler. Okumayı, araştırmayı, konuşmayı, başkalarını dinlemeyi, tartışmayı ve genel olarak ‘siyaseti’ öğrendiler. Çok kısa bir süre içinde olağan dönemlerde uzun yılları gerektirebilecek bilgi ve deneyim birikimi sağladılar. Tarihimizde bu denli yoğun bir siyasi eğitimden geçen başka bir gençlik kuşağı olmadığını söylemek abartma olmaz.
Ne var ki, 1968 yılında demokratik gençlik hareketinin yükselişi doruğuna ulaştı. 1968’den itibaren bu hareket, gerek savunduğu fikir ve görüşler, gerekse benimsediği tutum ve davranışlar açısından bir “zıddına dönüşme” sürecine girdi. Bu süreç kendini belli başlı şu noktalarda ortaya koyuyordu:
- Büyük bir enerjiyle her şeyi sorgulamak, her şeye eleştirel bir gözle bakmak, konulara derinliğine nüfuz etmek çabası, giderek yerini bazı hazır reçetelerin genel geçerliliğine ve mutlak doğruluğuna inanca bıraktı.
Sorgulamak ve eleştirmek çabası son bulunca, okuyup araştırmak istek ve ihtiyacı da giderek duyulmaz oldu. Daha az soru sormak, daha az okumak makbul sayılır oldu. Örneğin, bir kısım gençler için “Küçük kırmızı kitabı” okumak yeterli hale geldi. Daha fazlasını okumak, hele “Küçük kırmızı kitap”taki fikirlere karşı görüşlerin savunulduğu kitapları okumak, kişinin aklını çelebileceği, inancını sarsabileceği nedeniyle tehlikeli ve zararlı görülmeye başladı. Büyük bir öğrenme isteğiyle yola çıkanlar, sonunda cehaleti savunur oldular.
- Yasaklara, tabulara, otoriteye başkaldıranlar, kendilerine yeni otoriteler, yeni tabular ve yeni yasaklar edindiler. Kerameti kendinden menkul otoritelere ve giderek otoriteciklere itaati, boyun eğmeyi savunmaya başladılar.
- Otoriteye itaat, kör disiplin makbul hale gelince, farklı düşünenlere ve davrananlara karşı affetmez bir hoşgörüsüzlük, korkunç bir bağnazlık hâkim oldu. Bir zamanlar farklı düşünerek ve davranarak yola çıkanlar, kendilerine hoşgörüyle bakılmasını talep edenler, farklılığı değil birörnekliği, hoşgörüyü değil tahammülsüzlüğü savunur oldular.
- Halka inmeyi, çalışan halk kitleleriyle kaynaşmayı savunarak yola çıkanlar, giderek halktan soyutlandılar. Başlangıçta halk nezdinde sevgi ve itibar kazanmış olan gençlik hareketi, giderek sevimsizleşti, giderek halkın öfke ve nefretini üzerine çekti. Toplumu ve dünyayı değiştirecek gücün “halk kitleleri” olduğunu savunanlar, giderek halkı karşılarına aldılar.
- Bireye daha büyük özgürlük: okullarda, işyerlerinde ve toplumun her kesiminde bireye daha geniş katılma olanağı talepleriyle yola çıkanlar, sonunda bireyi bir hiç olarak görmeye başladılar. Bireyin temel hak ve özgürlüklerini savunarak yola çıkanlar, sonunda “sınıfın, halkın, toplumun özgürlüğü, kurtuluşu için” bireyin yaşama hakkı dahil tüm temel hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldınlabileceği görüşüne ulaştılar. Bireyin hiçbir anlam ve değeri kalmadı. Siyasi özgürlük ve demokrasi taleplerinin yerini otoriter ya da totaliter tek-parti rejimlerinin savunulması aldı. Kısaca, özgürlük ve demokrasi talepleri, bir kollektif özgürlük ve kurtuluş anlayışı içinde giderek zıddına dönüştü. Amaç için her türlü aracın geçerli sayıldığı bir tür ahlak mubah hale geldi.
- Ülkenin “tam bağımsızlığı” için yola çıkanlar sonunda, kendilerini “enternasyonalizm”‘ adı altında ülke tarihinde görülmemiş bir yabancı hayranlığı ve taklitçiliğinin örneklerini verir halde buldular.
İDEOLOJİK “iKLİM”
Tüm bunlar neden oldu? Bireye daha geniş özgürlük, topluma daha geniş demokrasi, ülkeye tam bağımsızlık isteyenler nasıl oldu da başlangıçtaki tüm ilke ve ideallerini yadsımak, bunların tam zıddını benimsemek durumuna geldiler? Nasıl oldu da daha çok özgürlük ve demokrasi isteyen bir kitle hareketine demokrasi düşmanlığı hâkim oldu? O hayranlık verici idealizm nasıl oldu da kimi hallerde yerini ahlaki yozlaşma ve çürümeye bıraktı? Neden bugün demokratik gençlik hareketinin 1968’e kadarki mirasına sahip çıkabiliyor, sonrası için ancak mahçup ve çekingen birkaç söz söyleyebiliyoruz?
Bu soruları açıklayan etkenler kuşkusuz çeşitlidir. Mevcut değerleri ve kurumları, “düzeni” korumakla görevli güçler, başkaldırının amaçlarından sapması, halkın gözünde küçük düşmesi ve saygınlığını yitirmesi için, kuşkusuz, ellerinden geleni yaptılar. 1960’larda ülkeyi yönetenlerin gençlere karşı mutlak anlayışsızlık ve hoşgörüsüzlüğünün, “iti ite kırdırma” politikalarının bundaki rolü elbette azımsanamaz. (’68 başkaldırısının elini kana dahi bulamamış temsilcilerinin ipe gönderilmesine destek olarak, bir kan davasını başlatan kişilerin, bugün, geçmişte yapmış oldukları büyük hataların en küçük bir özeleştirisini dahi yapmaksızın, her zaman haklı ve doğru olduklarını savunarak demokrasi havarisi kesilmeleri en hafif deyişle ibret vericidir.)
Tüm bunlara rağmen, Türkiye’de ’68 başkaldırısının giderek “zıddına dönüşmesi”nde tayin edici etkenin, o günlerde ülke aydınları arasında hâkim olan fikri-ideolojik iklimde’ aranması gerektiğini düşünüyorum. 1968’den itibaren gençlik hareketini de hâkimiyeti altına alan bu fikri-ideolojik iklim’ neydi?
Özgürlük, demokrasi, sosyal adalet talepleri ardında toplanan gençler ve aydınlar, 1968’den itibaren genel olarak “devrimci” olarak nitelenebilecek görüş ve düşüncelerin etkisine girdiler. (Burada “devrimci” sıfatı ile “Atatürk devrimlerinin savunulması” anlamında devrimciliği kastetmiyorum.) Bu açıdan, 1968 bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra sol’daki, politik bakımdan aktif gençlerin büyük çoğunluğu, çoğulcu demokrasi fikrine sırt çevirdi. Bireylerin hiçbir çoğunluk tarafından çiğnenemeyecek temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu, yönetim hakkının seçmen çoğunluğunun desteğini alan görüş, akım ve partilere tanındığı liberal demokrasi, “cici demokrasi” ya da “burjuva demokrasisi” olarak nitelenip reddedildi. Devrimci yöntemlerle iktidara gelecek devrimci yönetimlere umut bağlandı. Gerek Marxist, gerekse Marxist-olmayan sol’da devrimciler (bireyin temel hak ve özgürlüklerini savunan) demokratlara nazaran çok daha büyük bir etkinlik sağladılar.
DÖNÜM NOKTASI
Marxist sol açısından 1968, gerçekten bir dönüm noktasıydı. Sovyetler Birliği’nin bir başka sosyalist ülke olan Çekoslovakya’yı işgal etmesi, Türkiye işçi Partisi ile birlikte yurt çapında bir gelişme göstererek, hesaba katılması gerekli bir güç haline gelen Marxist solu ikiye böldü. Marxizm-Leninizm’in, Maoculuk, Castroculuk gibi yorumlarının henüz yaygınlık kazanmadığı bu sırada Çekoslovakya’nın işgali, Marxist solun “demokrat” ve “devrimci” iki kanada ayrılmasına yol açtı.
Mehmet Ali Aybar’ın temsil ettiği demokratik kanat, bireyin temel hak ve özgürlüklerine önem ve değer veriyor; tepeden inmeciliğe karşı demokratik mücadeleyi savunuyordu. Aybar’ın “Fertçi sosyalizm” olarak tanımladığı demokratik sosyalizmi, her ülkede sosyalizmin bağımsızlığını savunuyor ve bu açıdan Çekoslovakya’nın işgaline de şiddetle karşı çıkıyordu. Aybar, bağımsız ve bireyci sosyalizme ilişkin görüşlerini yıllar içinde geliştirdi; Lenin ve Stalin’in Marxizm’i ve sosyalizmini eleştirerek reddetti. Ne yazık ki, 1970’de TİP başkanlığından uzaklaştırıldı; 1970’lerde kurduğu Sosyalist Devrim Partisi de fazla bir ilgi görmedi. (Bugün de Aybar’ın Türk Marxistleri arasında hayli ‘yalnız’ bir kişi olduğunu söylemek yanlış olmaz.)
TİP içinde Aybar’ı liderlikten uzaklaştıran ekip ise giderek Marxizm’in Leninist yorumuna ve “proleter enternasyonalizmi”ne bağlandı. (Nitekim, bu ekip’in yönettiği TİP, sonunda merkezi Moskova’da olan Türkiye Komünist Partisi ile birleşti.) Her ne kadar bu ekip, daha sonra (Marxizm-Leninizm’in farklı yorumları tarafından) devrimci-olmamakla, revizyonistlikle suçlanmış ise de, Marxizm’in Leninist, bu anlamda devrimci yorumuna sadıktı.
1968’den sonra Marxistlerin Leninist, devrimci kanadı Batı’da geçerli olan ve (kısıtlı bir şekliyle de olsa) Türkiye’de de uygulanmakta olan liberal demokrasinin bir “burjuva yutturmacası”, bir sahte demokrasi, “burjuvazinin demokratik görünümlü diktatörlüğü” olduğu görüşünün gençler arasında yayılmasında önemli bir rol oynadılar.
MARXİST-OLMAYAN SOL
Türk solunun Marxist-olmayan kanadı da 1960’ların ikinci yarısında, ikisi de Cumhuriyet Halk Partisi kökenli iki akım tarafından temsil ediliyordu. Bunlardan biri, bir ölçüde sol’da Marxist sosyalizmin sağladığı büyük itibara karşı bir tepki olarak gelişen, “Ortanın Solu” sloganından hareketle sonunda kendisini sosyal demokrat veya demokratik sol olarak niteleyen akımdı. Bülent Ecevit’in liderliğini yaptığı bu akım, Batılı anlamda özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi savundu, her türlü “tepeden inmeciliğe”, tepeden inmeciliğin, yani devrimciliğin Marxist ve Kemalist yorumlarına karşı zaman zaman yoğunlaşan bir fikri mücadele verdi. Ancak Ecevit’in demokratik sol’u o günlerde solçu gençler ve aydınlar arasında fazla bir ilgi görmedi. Üniversitelerde sosyalist Fikir Kulüpleri, Sosyal Demokrasi derneklerine nazaran çok daha yaygın bir destek buldular.
Marxsist-olmayan sol’da asıl etkili akım, Doğan Avcıoğu’nun çıkardığı Yön ve sonra Devrim dergileri çevresinde toplanan akım oldu. Kaynağını 1930’lardaki Kadro dergisinde savunulan görüşlerden alan ve bir açıdan Marxizm’le Kemalizm’in bir sentezi olarak nitelenebilecek fikirleri olan bu akım, siyasal söylemimizde radikalizm, sol Kemalizm gibi terimler yanında daha amiyane olarak “tepeden inmecilik”, “cuntacılık” olarak da anılmıştır. (Yön-Devrim fikriyatının ayrıntılı ve kapsamlı bir analizi için Hikmet Özdemir’in Yön Hareketi adlı önemli incelemesine bakılabilir.) Radikallere göre (tarihimizin en özgürlükçü anayasasının yürürlükte olduğu o tarihlerde) Batı-tipi çok-partili demokrasi, sandıktan her seferinde Kemalist devrimlere karşı çıkan, gerici işbirlikçi burjuva ve toprak ağası ittifakını iktidara getiriyordu. Türkiye’nin emperyalist sömürü ve gerilikten kurtulup kalkınabilmesi böyle bir rejim içinde mümkün değildi. Bu nedenlerle “cici demokrasi”yi reddeden radikaller, açıkça olmasa da, demokratikleşmenin ve kalkınmanın ancak devrimci yöntemlerle iktidara gelecek, devrimci bir tek-parti yönetimi ile mümkün olabileceğini savunuyordu. Radikaller, taraftar toplamak için fazla büyük bir faaliyet içinde olmasalar da, dergilerinin sağladığı olanaklarla, gençler ve aydınlar arasında büyük itibar ve etkinlik sağlamışlardı.
1960’ların sonlarında gerek Marxist gerekse Marxist-olmayan sol’da devrimci görüşler egemen olduğu gibi, ikisi arasında ittifak kurma eğilimleri de görüldü. Mihri Belli’nin sözcülüğünü yaptığı “Milli Demokratik Devrim” yorumunun böyle bir ittifakı öngördüğü söylenebilir. Hikmet Kıvılcımlı’nın, zaman zaman anlaşılmaz bir hal alan yazılarında ifade ettiği görüşleri de özünde böyle bir ittifakın fikriyatıdır.
Özetlersek, 1968’den başlayarak, gençlerin demokratik kitle hareketine, Türkiye’deki gençlik başkaldırısına Marxist ve Marxist-olmayan devrimci fikirler hâkim oldu. Devrimciliğin çeşitleri gelişmeye ve serpilmeye başladı. Özgürlükçü demokrasinin yerleştirilmesi ve genişletilmesine ihtiyaç olan bir dönemde, özgürlükçü demokrasi bir “burjuva yutturmacası” ve “cici demokrasi” olarak mahkûm ve reddedildi.
NEDEN DEVRIM
Nasıl oldu da o günlerde sol’un demokratik değil de devrimci yorumları başarılı oldu? Bu durumun Türk seçkinleri ve aydınları arasında özgürlükçü ve demokratik değerlerin fazla köklü olmayışıyla yakından ilgili olduğuna kuşku yoktur. Şu veya bu ölçüde bir demokrasi deneyi o günlerde en çok yirmi yıllık bir geçmişe sahiptir. Sosyal ve ekonomik düzende köklü değişiklikler yapılmasını gerekli görenler, seçimle iktidara gelmeyi ya mümkün görmemekte ya da çok uzun vadeli bir iş olarak değerlendirmektedir. Türk siyasal elitinin “tepeden inmeci” geleneği kendini kuvvetle hissettirmektedir.
Türk seçkinlerinin bu çok önemli politik kültürel özellikleri yanında, o gün dünyada esmekte olan devrimci rüzgârlar da, gençlik hareketini devrimci bir yöne götürmede ağırlıklı bir rol oynamıştır. Yukarıda değindiğimiz gibi, 1960’ların sonlarında Batı’da liberal demokrasinin, kısmen liberal gelenek içinden, güçlü bir eleştirisi gündemdedir. “Yeni Sol” görüşlerin rüzgârı Türkiye’ye de ulaşmaktadır. ABD’nin Vietnam’daki emperyalist savaşı, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki havayı tersine çevirmiş, Amerikanizm rüzgârının yerine Anti-Amerikanizm rüzgârı geçmiştir.
Yine bu yıllarda tutucu ve bürokratik Sovyet sosyalizminin, sosyalist hareket içerisinden eleştirilmesi, Sovyetler Birliği’nde başarıya ulaşamayan devrimci Marxizm’in, Çin’de, Küba’da, Arnavutluk’ta ve başka yerlerde denenen yeni yollardan başarıya ulaşabileceğine ilişkin güçlü bir umut uyandırmıştır. Bu fikirleri taşıyan yayınlar günü gününe olmasa da kısa bir süre sonra Türkiye’de okunmaktadır. Yeni Sol’un Monthly Review, New Left Review gibi dergileri, Çin’den Peking Review, Küba’dan Granma, Hindistan’dan Liberation, o günlerin en çok değer verilen siyasi literatürüdür. Mao Zedung’un küçük kırmızı kitabı, Regis Debray’nin Devrimde Devrim’i, Carlos Marighella’nın “kapağın-da kurşun deliği bulunan” kitabı 1960’lann sonlarının en çok satan kitaplarıdır.
Kaynak: Gunzileli.net