
Filozofların bir sorunu var, Polonyalı roman yazarı Witold Gombrowicz, bu konu hakkında bir keresinde sorunun “pantolonları ve telefonları” umursamıyor oluşları olduğunu ileri sürmüştü. Tabii bu lafın Nietzsche için pek de geçerli olmadığını Ecco Homo eserinde sarfettiği şu sözlerden çıkarabiliriz: “Bu küçük şeyler -beslenme, yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması bugüne dek önemli sayılmış şeylerden kat kat daha önemlidir.” Nihayetinde değiştireceğimiz şeyin ta kendidir günlük hayat. Yemek yapmak, yaptığımız yemeği yemek, seyahat etmek, yeni insanlarla tanışmak, kendi başımıza kalmak, okumak, hiçbir şey yapmadan durmak, çocuk sahibi olmak ve o çocukları büyütmek, bugünümüz ve geleceğimiz üzerine tartışabilmek.. yeter ki günlük hayatın anlamını, onunla olan ilişkimizde tam olarak özümseyebilelim. Ama gel gör ki söz konusu görüş 1968’de moda olduğundan beri “günlük hayat” iş hayatının dışında kalan zaman ve mekanla sınırlandırılmış durumda. Sanki insanlar ekonominin dinamiğini ve ücretli emeği değiştirmekten çoktan ümitlerini kesmişler de daha alt kademe edimleri ve faaliyetleri değiştirmekle yetinmekle kalmışlar; duygular, beden, aile, cinsel hayat, çift olmak, boş zamanlar, kültür, arkadaşlık ve nicesi gibi.
Oysa komünizasyon, varoluşun bu küçük olgularını oldukları gibi ele alacak, yani onların aksine “büyük” olguların bir yansıması ve tezahürü olarak. Para, ücretli emek, ayrı birimleri ve değer biriktirme merkezleri olan yaygın şirketler, zamanımızın kalanından kendine pay ayırmış iş süreleri, kâr odaklı üretim, eskitme trendine güdümlü bir tüketim, toplumsal yaşam ve çatışmalarda arabuluculuk yapan aktörler, her şeyin ve herkesin maksimum hızda bu dolaşımı.. bu momentlerin, eylemlerin ve mekânların her biri yalnızca bir kolektif tarafından yönetilmek yahut kamu malına dönüştürülmek yerine, işbirliğine dayalı, parasız, kârsız ve devletçi olmayan bir dinamiğe dönüştürülmelidir.
Toplumu yapılandıran ve onu yeniden üreten şey sermaye ve emeğin arasındaki ilişkidir, bu ilişkinin ortadan kaldırılması da diğer tüm değişimlerin öncülü olacaktır. Gerçi şunu da söylemeliyim ki okullaşma ve barınmayı değiştirmeye başlamadan önce bu şirket sisteminin, paranın ve kâr güdüsünün tamamıyla ortadan kalkmasını beklemek de epey salakça olur. Taban hareketlerini iteklemek, ana değişime katkıda bulunacaktır.
Mesela komünize olmak aynı zamanda yöntemle aramızdaki dinamiği, arabuluculuğa ve arabuluculara olan bağlılığımızı da dönüştürmeyi beraberinde getirir. İnsanların sürekli olarak psikologlara, terapistlere ve şifacılara ihtiyaç duyacağı gelecek, toplumun yanlış bir sistemin içerisinde olacağını kanıtlayacaktır. Bu çatışmaların profesyoneller tarafından çözüme kavuşturulmasını istemeye meyilli olacağımızdan toplumsal ilişkilerin dinamiği ve karşılıklı etkileşimi yoluyla çözüm üretmekten aciz olacağız.
Komünizasyon, baskıcı kurumların ve alışkanlıkların ortadan kaldırmakla kalmayıp ticari içgüdüler barındırmayan ve bir daha “geri döndürülemeyecek” bağlar yaratacaktır (“Bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. İşte varılması gereken yer o noktadır.” Kafka)
Çocuklar oyun oynayacak alan açılsın diye duvarları yıkmak, şehirlerin merkezlerine sebze bahçeleri yapmak demektir para kazanma içgüdüsü olmadan mal üretmek, onu dolaşıma sokmak ve kullanabilmek. Bu aynı zamanda, asfalt hengâmesindeki kent ortamı ile artık bir şov ve eğlence mekânına dönüştürülmüş tabiat arasındaki ayrımın ortadan kalkması anlamına da gelir; cumartesi günü kalabalık bir süpermarkete gitmek gibi insanı bezdiren bir zorunluluğun, çöllerde geçirilecek on günlük bir yolculuğun verdiği sıkıntının yerini aldığı tabiat… Bu, günümüzde özel olması ve bedelinin ödenmesi gerektiği söylenen şeylerin toplumsal bir birliktelik içerisinde ifa edilmesi anlamına gelir.
Komünizm, Marcel Mauss’un The Gift’te (1923) çözümlediği şeyle uğraşması bakımından antropolojik bir devrimdir: yenilenmiş bir veriş, alış ve karşılıklı alışveriş kabiliyeti. Komşumuza yabancı birisi olarak değil, yoldaki ağacı da belediyenin işletmesi olarak değil, doğanın bir parçası olarak görmek demektir. Komünizasyon, diğerleri ve kendimizle olan farklı bir ilişki üretir, dayanışma bizim dışımızda bir ahlaki yükümlülükten doğmaz, pratik eylemler ve aralarındaki ilişkilerden doğar.
Komünizasyon, eğitim ve eylem arasındaki sistematik ayrımın yok oluş süreci olacaktır. Cehaletin mutluluk olduğunu veya bir insanın Arapça’dan İngilizce’ye çeviri yapabilmesi veyahut da klavsen çalabilmesi için kendi kendine birkaç hafta çalışmasının yeterli olduğunu söylemiyoruz ama burada. Öğrenmek eğlenceli de olsa her zaman uzun ve bazen insanı sıkabilen bir çalışma gerektirir. Komünizmin ortadan kaldıracağı şey ise gençlerin yıllar boyunca sınıf denen şeylere kapatılmasıdır (şimdi sözde gelişmiş toplumlarda 15 20 yılı bulabilen kapatılmalardan bahsediyorum.) Aslında modern okul sistemi de bu saçmalığın farkında, bu yüzdendir ki okul dışı faaliyetler gibi şeyleri çoğaltarak aradaki farkı kapatmaya çalışıyor ama nafile. Okul ile toplumun geri kalanı arasındaki uçurum, daha derinlerde, kapitalizm için yapısal olan başka bir ayrıma bağlı: iş (yani ücretli, üretken emek) ile işyeri dışında karşımıza çıkan edimler (ev işi, çocuk büyütmek, boş zaman vb. gibi) arasındaki ayrım. Yalnızca bir başka zaman-mekân olarak çalışmanın yerini alabilmek, tüm öğrenme sürecini dönüştürecektir.
Ve yine söyleyeceğim ki komünizasyon, çoğu ütopyanın ve modern totaliter rejimlerin yaptığının aksine, herkesin yetenek ve başarı bakımından eşit olduğu, Rönesans tablolarından astrofiziğe kadar pek çok alanda uzmanlaşabilen ve kendi arzuları her zaman eşit derecede müşfik diğer hemcinslerinin arzularıyla uyumlu bir şekilde kaynaşacak olan yeni kadınlar ve erkeklerle dolu “cesur yeni bir dünyayı” vaat etmiyor.
Kaynak: Gayrnesriyat.substack.com